Fehmi Bey, bir kamu kurumunda otuz yılını devirmiş, altmış beş yaşında mecburen emekli olmayı bekleyen bir memurdu. Evli ve geç olan çocuklarından Ayça liseye, diğer büyük kızı Ayfer ise üniversiteye yeni başlamıştı. Eşi Tülin ise ev hanımıydı. Fehmi Bey, memuriyete başladığı ilk günlerde; kolunda siyah kolluklarıyla çalışan yaşlı memurlar, daktilo ve kolla çevrilen hesap makinalarını görmüştü. Tecrübeli olması nedeniyle kurnaz arkadaşları işlerin çoğunu ona yıkarlardı. Masası hep dağınık ve sonu gelmez evrakla doluydu. İşleri yoğun olduğundan hata yapması da kaçınılmazdı. Zaman zaman müdür, onu odasına davet eder, müdürün fırça atışlarını arkadaşları işitirdi. Fehmi Bey servise döndüğünde ise yüzü kıpkırmızı olmuş bir halde küsen bir çocuk gibi masasına otururdu. Bir süre hiç kimseyle konuşmadan dışarıları seyrederdi. Dudaklarını kemirerek gözleri kalın çerçeveli gözlüğünün ardında kaybolurdu. Bir Allah’ın kulu yanına yaklaşamazdı. En az on dakika sonra masasına yavaş yavaş yanaşan arkadaşları onun hafif kamburlaşan sırtını okşayarak teselli ederlerdi. Karşı masada oturan dokuz numara kalın gözlüklü, ter kokan kilolu Ayşe Hanım’ın elinde örgüsü hiç eksik olmazdı. Kopya çeken öğrenciler gibi masanın altında sakladığı şişlerini dans ettirir, kış uykusuna yatmış ayılar gibi yerinden kalkmayı da pek istemezdi. Hemen yan tarafında oturan Murtaza Bey ise yanındaki arkadaşı ile akşama kadar kafa kafaya verip sohbet ederdi. Genelde ya toto ya da at yarışı oynarlardı. Öğlen olduğunda yalap şalap yemeklerini yedikten sonra iş yerine yakın bir kahveye koşarcasına gidip oradaki televizyondan at yarışlarını takip ederlerdi. Bazen de dörtlü oluşturup okey oynarlardı. Onların masaları genelde dağınık evrak kalabalığı olur, ancak bu evrak bolluğu, müdüre karşı iş yapıyor göz boyamasından öteye gitmezdi. Müdürün uzaktan işitilen kapı ve servise yaklaşan sesiyle bu memurlar, önlerindeki kuponlar ile örgüyü aceleyle çekmecelerine koyup hiçbir şey olmamış gibi önündeki evrakla çalışıyor havasını yaratırlardı. Servise giren müdür, direkt onları gördüğü için gülümser ve “Aferin” sırıtışı yaparken eliyle okey işareti de vermeyi ihmal etmezdi çoğu kez. Fehmi Bey ise müdürün verdiği talimatlar doğrultusunda köşe başındaki masasında hatalarını düzeltmek için harala gürele eşek gibi çalışmalarına devam ederdi.
Fehmi Bey, titizdi. Masasını sık sık kolonya ile temizler, yanına gelen misafirlerle genelde tokalaşmak istemezdi. Mecbur kalıp tokalaşmış ise bir süre sonra tuvalete gider, ellerini köpürte köpürte yıkardı. Yemeklerini kurumun yemekhanesinde tasarruf olsun diye yemez, evden getirdiği sefer tasındaki yemeklerini yerdi. Öğle paydosuna beş dakika kala midesini sıvazlayarak açlığını belli ederdi. Saat tam 12.30 olduğunda önünde ne iş varsa hemen bırakır, evrakı çekmeceye yerleştirir sonra üstü koyu kahverengi altı krom çelik masasına gazete kâğıdı serip üç bölmeli sefer taslarındaki yemeklerine iştahla yumulurdu. Çoğu zaman mesai arkadaşları, davet edilmese bile yemeğine ortak olurlardı. Onların ekmeği kürek gibi yapıp tasın içine daldırıp yemelerine kızar, “Ne biçim yemek yiyorsunuz?” diye azarladığı zamanlar da olurdu. Aslında korkusu az yiyeceği yemekten sonra aç kalacağıydı. Arkadaşları aldırmadan sırf onu kızdırmak için yemeği ağızlarını şapırdatarak yerlerdi. Fehmi Bey, çay içmeyi sevmemesine rağmen çaycı, onun işlere yoğun bir şekilde daldığı bir esnada çayı masaya bırakıp gittiğinde içmek zorunda kalırdı çoğu kez. Akşama kadar içtiği altı bardak çay parasına bile kızdığı olurdu.
Fehmi Bey’in en kötü huylarından birisi de olur olmadık yerde her şeye burnunu sokmasıydı. Bir konu üzerinde savunduğu fikri, ertesi gün doksan derece tersi olurdu. Örneğin bir arkadaşı, iktidardaki partinin yaptıklarını onaylayıp iyi dediyse, Fehmi Bey hemen muhalif olurdu. Ertesi günü arkadaşı bilerek dün söylediği fikirlerin tersini sırf onu denemek için söylediğinde Fehmi Bey bu kez iktidarın en kuvvetli savunucusu olurdu. Bazen olur olmadık yerlerde konuştukları başına bela olmuyor da değildi. Bir akşam iş çıkışında başka servisteki bir arkadaşı ile koridorda giderlerken önlerinde yürüyen kurumun iyi giyimli sekreterin arkasından fısıldayarak “Şu kadın amma da açık giyiniyor, dilim varmıyor ama tıpkı o kadınlara benziyor.” dediğinde, bu laf ertesi günü sekreter kadının kulağına kadar ulaşmıştı. Çalışanlardan bazıları hem üstlerine hem de samimi buldukları arkadaşlarına laf getirip götürmeyi de çok seviyorlardı.
Sabah arkadaşlarıyla birlikte sohbetler arasında yan masada oturan arkadaşın verdiği çıtır simidi yiyen Fehmi Bey, masasını çekmecesinde her zaman bulundurduğu bir bezle temizlemiş, o yetmezmiş gibi üzerine döktüğü kolonya ile parlatmıştı. Müdürün servisleri kontrol etmesi an meselesiydi. O saat bilindiğinden herkes çalışma düzenini çoktan alırlardı. Fehmi Bey, dünden yarım bıraktığı evrakı incelemeye başladığında kurumun sekreteri Canan Hanım, bir hışımla servise girmişti. Sinirliydi. Memurların şaşkın bakışları arasında Fehmi Bey’in karşısına dikilip ellerini ince belline koyarak bağıra bağıra konuştu:
“Sen ne biçim insansın ya! Utanmıyor musun, o sözleri söylemeye?”
Fehmi Bey ürtiker gibi kıpkırmızı olmuştu. Mıh gibi çakılıvermiş bir halde kekeleyerek yanıt verdi.
“Ki- ki kim ne-ne sö- söylemiş ki?”
“Sen daha iyi bilirsin kimin söylediğini! Şerefsizin biri söylemiş! El alemin giyiminden sana ne?! Var ya o söylediklerini kocama çıtlatsaydım, vallahi seni şuracıkta kıtır kıtır kesmişti. Ne biçim adamsın! Terbiyesiz seni!”
Sekreter, söylenerek dışarı çıktığında Fehmi Bey, hamama girmişçesine boncuk boncuk terliyordu. Bir süre utancından arkadaşlarına bakmadan dışarıları seyretti boş boş… El ve ayakları kumar masasındakiler gibi titriyordu. Arkadaşları kalp krizi geçirir diye, korkuyorlardı. Zira müdürün fırçaladığı bir gün kafasını masaya sertçe çarparak bayılmıştı. Gelen ambulanstaki doktor onu kalp masajı ile hayata döndürmüş, daha sonra sedyeye konularak hastaneye götürülmüştü.
Sekreterin çıkışması sonrası servis bir anda sessizliğe bürünmüştü. Ortamdan utanan memurlar, kendilerini dışarı atıp koridorun sonundaki küçük bir balkonda olayı değerlendirerek sigaralarını tüttürüyorlardı. Fehmi Bey, içeride kalan iki memur arkadaşına doğru yüzünü çevirip sertçe konuştu. “Ne bakıyorsunuz, giyimi öyle değil miydi?” diye, söylenerek tuvalete giderken koridorda müdürle karşılaştı.
“Kimdi o bağıran? Ne istiyormuş Fehmi Bey?”
“Hi- hiç müdürüm. Sekreter, bayan arkadaşlarla konuşup gitti.”
“Fehmi Bey ne bu halin? Suratınız kıpkırmızı olmuş, Yoksa hasta mısınız?”
“Üstünüze afiyet Müdürüm, biraz üşütmüşüm.”
“Grip olmuş gibi bir haliniz var. Sakın bizlere bulaştırayım demeyin! Hemen doktora gidin ve istirahat alarak dinlenin. İşleri de arkadaşlarına bırak.”
“Müdürüm iyiyim ve çalışabilirim.”
“İyisin de yüzün hiç de öyle söylemiyor! Allah korusun mikrobunu evlere taşımayalım.”
“Tamam müdürüm.”
Tuvalette elini yüzünü yıkayan Fehmi Bey, servise dönmeden kurumun dördüncü katındaki doktora gitti. Birkaç ilaçla birlikte beş gün istirahat verildi. Hafta sonu tatili ile birlikte bir hafta işten uzaklaşacaktı. Dolmuşa bindiğinde dışarılara bakarak sekreterin söyledikleri kulağında yankılanıyordu. Onca arkadaşın yanında rezil olmuş, suskun bir halde tıpkı bir manken gibi öylece donup kalmıştı. Söylediklerini sekretere taşıyan Şef’e de veryansın ediyordu içinden. Yaşadığı o an aklından hiç çıkmıyordu. Bir an gözünde canlandırdı. Ertesi gün sekreterin odasına girecek, kimsenin olmadığı bir ortamda bir eşeklik yaptığını ve ondan milyonlarca kez özür dilecekti. O da insandı ve halden anlar ve affeder, diye düşündü. O nasıl bir andı öyle! Deprem gibiydi. Her taraf sallanıyor ve yıkılan binanın altında kalmış, tozlara karışmıştı. O an yer yarılsa içine girebilir, hatta yanında bir tabanca olsaydı, beynine sıkabilirdi. Usundan bunları geçirirken yıllar önce okuduğu bir kitap aklına düştü. Anton Çehov’un “Memurun Ölümü” hikâyesinde kendisi gibi bir memur, bir gün operaya gitmişti. İkinci sıradaki bir koltukta otururken birden hapşırmasıyla koca bir balgamı, önündeki üst rütbeli bir subayın tam da apoletlerin olduğu yere kondurmuştu. Memur, durumu izah ederek defalarca özür dilemiş ve peçete ile balgamı silmeye çalışmıştı. Artık özürler arka arkaya gelince subay, çıldırma noktasına gelmiş ve memuru terslemişti. Memur bozulmuş bir halde operadan çıktıktan sonra eve gelmişti. Ertesi günü subayın makamına gidip özür dilemeyi kafasına koymuştu. Sabah uyanır uyanmaz kahvaltı bile yapmadan gitmiş ve kapıyı tıklatıp içeri girmişti. Özürleri makinalı tüfek gibi sıralayınca, subay çıldırmış ve memuru azarlayarak makamından kovmuştu. Memur, düşünceler arasında eve gelmiş ve bulundurduğu tabancası ile intihar etmişti. Kendisinin de böyle bir şey yapacağından korkuyordu. Bir ara düşünmedi değildi. Özür dilemekten vazgeçti.
Eve geldiğinde suratı iki karıştı. Bu duruma eşi ve kayınvalidesi şaşırmışlardı. Sabah sağlıklı gönderdikleri adam, iyi değildi. Eşi, yatağını hazırlayıp televizyonu açtı. Mutfağa geçip tavuk suyu çorbası yapmak için hazırlıklara başladı. Ihlamur kaynattı. Hazırladıklarını tepsiye yerleştirip kocasının önüne bıraktı. Televizyonda korona haberlerinden bahsedilince karı-koca habere odaklandılar. Genç spiker, virüsün Çin’de bir pazarda başlayıp dünyaya yayıldığını, belirtilerin; burun akıntısı, yüksek ateş, baş ağrısı ve gribe benzer olabileceğini, koku duygusunu yok edeceğini, yakalanan insanı boğarak öldürebileceğini, halkın yapması gereken on dört kuralı sıralarken, maske takmanın ve el yıkamanın yirmi saniye yapılmasını gerektiğini insanlar arasındaki mesafenin ise en az bir buçuk metreden fazla olması gerektiğini söylediğinde Fehmi Bey, ağzına götürmekte olduğu kaşığı usulca kâseye bıraktı. Korktu. Tepsideki peçete ile burnunu sildi. Akmadığına sevindi. Tepsideki karabiberi kokladı. Hapşırınca ürktü. Kalkıp tuvalete gitti. Spikerin söylediği gibi saatine bakarak elini yirmi saniye sabunla yıkadı. Annesinin yanına giden eşine seslendi.
“Hanım işler kötü…”
“Hayırdır Bey, hangi açıdan?”
“Baksa hanım, korona denen illet, insanları nefessiz bırakıyormuş. Maske almamız lazım, maske!”
“Her zamanki inadın tuttu! Bu saatte nereden bulacağız? Yarın ola hayrola.”
“Sen küçük kızı çağır, o bir koşuda getirir. Olmadı, yeğenini çağır. Eczane veya marketlerden bulur.”
“Bey, şu an evde senden başka hasta olan kimse yok. Yarın alırız merak etme.”
İnadı inattı Fehmi Bey’in. Söylediği hemen yapılmalıydı. O maske bu gece eve girecekti. Eşi, mecburen ablasının liseye giden oğlunu çağırdı. Evleri yakındı. Yeğeni beş dakika sonra gelmişti. Delikanlı, eniştesinin yattığı odaya geçip elini öperken hızla hapşırdı. İçeri yansıyan güneş ışınlarından zerrecikler havada görünüyordu.
“Oğlum hasta mısın sen?”
“Evet enişte… Üzerinize afiyet, beş gündür yatak döşek yatıyordum. Anneme ‘ben grip oldum.’ diyorum, o da tutturmuş, ‘Oğlum bu gribe benzemiyor, korona mıdır nedir, yeni çıkan hastalığa benziyor.’ diye ısrar edince dün hastaneye gittim. Hemen test yaptılar. Burnuma ve ağzıma uzunca tel gibi bir şeyi dayayınca neye uğradığımı şaşırdım. Az kalsın, yediklerimi çıkartacaktım. Test sonucu pozitif çıktı. Yani korona olmuşum ama ben inanmıyorum. Bir başka hastaneye daha gideceğim. Şu an kendimi iyi hissediyorum. Tek hissetmediğim koku. Sahi ne alacaktım enişte?”
“Maske demiştim ama vazgeçtim. Sen şimdi hemen evine git ve bir daha hiçbir yere çıkma! Bu virüs çabuk yayılıyormuş. Bak biraz önce üstüme doğru hapşırdın. Virüsün bana da geçmiş olabilir. Ne yaptın oğlum ya!”
Delikanlı giderken teyzesi, kapının önünde koynundan çıkardığı parayı uzattı.
“Sen eniştene bakma. Al şu parayı da bize eczaneden bir kutu maske ile plastik eldiven alıver, yoksa sabaha kadar eniştenin çenesinden kurtulamayız.”
“Tamam teyzem, hemen alıp geliyorum. Kezban evde mi? Ona matematikten bir şeyler soracaktım.”
“İçeride, çağırayım mı?
“Zahmet olmazsa…”
Kezban, elinde kalemi ile kapıya geldi. Helikopterin pervanesi gibi kalemi havada birkaç kez döndürdü. Kuzeni bilinmeyen denklemlerden birkaç soru sormaya başladığında bir kez daha hapşırınca Kezban geriye doğru kaçsa da üzerine zerrecikler yapışmıştı.
“Kuzen, yaptığını beğendin mi? İnsan hapşırırken koluna veya kimsenin olmadığı bir yere doğru hapşırır.”
“Kusura bakma Kezban, aniden oldu. Bir anda düşünemedim. Oysaki okulda sürekli bu konuda uyarmışlardı. Özür dilerim. Bana iki bilinmeyenleri müsait olduğun bir gün anlatır mısın?”
“Onu anlatırım da şu hapşırığının bizi kaç bilinmeyeli hale getireceğini kestiremiyorum.”
“Bir şey olmaz… Bak ben turp gibiyim.”
***
Gece ateşlenen Fehmi Bey’in, karısı ve çocukları gece yarısına kadar başında beklediler. Ateşler içinde yanınca üzerini soyup donuyla bıraktılar. Pencere sabaha kadar açık kaldı. Bir ara ambulans çağırmayı düşündüler ama Fehmi Bey kabul etmedi. Diretti. Sabaha karşı ateşi otuz yedi dereceye inince uyuya kalmıştı. Yan binanın bahçesindeki horozlar öttüğünde uyandı. Sabah namazını kılmak için doğrulduğunda midesi bulanınca geri yattı. Karısına baktı, sırtı dönük bir halde horluyordu. Televizyonu açtı, sessini azaltarak dinledi. Haberlerde yine korona virüs anlatılıyordu. Ateşi olanların derhal hastanelere müracaat etmeleri ve mutlaka test yaptırmaları isteniyordu. Ekranda gördüğü vaka sayıları günden güne artış göstererek yoğun bakımda yatanlar ile morglardaki cenaze araçlarının çokluğu Fehmi Bey’i ürkütmüştü. Karısına dokununca gözlerini araladı.
“Avrat haydi hazırlan da hastaneye gidelim. Geceki ateşim hiç de hayra alamet değil. Şu anda içim de titriyor ve midem bulanıyor. Senin yeğen bize korona’yı bulaştırmış olmasın?”
“Bey ne olursun beni rahat bırak. Biraz daha uyumak istiyorum. Gece ateşini kontrol edeceğim diye, uyuyamadım.”
“Tek başıma mı gideyim? Kızı da uyandır, aranıza girip hastaneye gidelim. Bu illet yoksa bizi öldürecekmiş…”
Eşi ve kızının arasında Fehmi Bey, taksiyle en yakın devlet hastanesine geldiler. Onu özel bir odaya alıp uzunca bir çubuğu burnuna doğru soktuklarında Fehmi Bey kusacak gibi oldu. Kendini zor tuttu. Doktor, onları karantina odasına alıp beklettiler ve kesinlikle izinsiz hiçbir yere gitmemeleri için uyardı. Ailece uzun bir süre beklediler. Kapıda beliren hemşire, Fehmi Bey’in test sonucunun pozitif olduğunu, karısı ve kızının ise negatif olduğunu belirtti. Fehmi Bey’i bir odaya alındığında doktor, kızı ve karısına evlerinde yapmaları gerekenleri uyarıp yazdığı ilaçların nasıl kullanılacağını izah ettikten sonra taburcu etti.
Fehmi Bey’i iki yataklı bir odaya aldılar. Yatağın biri boştu. İçeri giren tombulca hemşirenin giyimi uzaylılara benziyordu. Fehmi Bey’in sol kolundan damar yolu açıp serum verdi. Yarım saatte bir uğrayıp şırıngadaki ilaçları damar yolundan gönderiyordu. Fehmi Bey, bir ara yalnız kaldığında “Hoş geldin arkadaş.” sözünü işitince etrafına bakındı, kimseyi göremedi. Gaipten sesler işittiğini düşündü. “Yoksa sekreter olayından sonra kafayı mı yedim?” diye, kendisini sorguladı. “Arkadaş, sen beni şu anda göremezsin, yatağın altına bak, oradayım.” dediğinde, Fehmi Bey şaşırdı. Bir insanın yatağın altına gireceğine ihtimal vermedi. Korkusu katlandı. Serumu havaya kaldırıp oda içindeki tuvalete gitti. Aynaya baktı, beynini okşadı. Gözlerinin içine baktı, henüz sararmamıştı. “Yok yok, bu ses hayra alamet değil, beynimin içinden gelen sesler olabilir. Korona’dan sonra bir de nörolojik vaka olursam, işe bak!” diye, şaşkın şaşkın aynada kendine baktı. “Lütfen yardım edin, lütfen!” diyen ses kesilmiyordu. Serumunu tutarak yatağına döndü. Karşısındaki yatağa baktı, boştu. Hayret dercesine dudak büktü. Sesin bir ara kesilmesine sevindi. Bu odada kaç gün kalacağını düşündü. Çalıştığı kurumu, arkadaşlarını, masasını, her şeyi özlemişti. En çok da ailesini… Telefon çalınca baktı, karısıydı. İhtiyaçları için bir çanta hazırladığını ve birazdan yeğeni ile göndereceğini söyleyince, “Hep o değil mi başımıza çorap ören!” diye, sinirlendi. “Sinirlenme kardeş, ben sinirlenince bu hale geldim.” diyen ses odaya yankılanınca durumu karısına anlattı. Karısı “Kafayı mı üşüttün bey?” diye, sorunca sinirleri gittikçe artıyordu. Sesi işitiyor ancak nereden geldiğini bir türlü bulamıyordu. Seruma baktı, az kalmıştı. Hemşire girince, ses bir anda bıçak gibi kesilmişti. Ona bir ses işittiğini ancak nereden geldiğini bulamadığını söylese, başka tedaviler uygulanır düşüncesiyle vazgeçti. Hemşire içinde ilaç olan başka bir serum takıp ateşini ölçüp gittiğinde günün bitmesine henüz bir saat vardı. Aynı sesi tekrar duymuştu. “Arkadaş biliyorum inanmıyorsun, ama ben varım. Sana kendimi gösterebilmem için neler yapmam lazım? Lütfen bir zahmet eğilip yatağın altına bakar mısın?” diyen ısrara bu kez dayanamadı. Yataktan doğruldu. Serumu alıp boş yatağa yaklaştı. Eğilerek baktı, köşede bir cismi görür gibi oldu. “Hele şükür arkadaş, sonunda yüzünü görebildim. Ben Mehmet.” dediğinde, Fehmi Bey, şaşkındı. Gözlerini ovuşturdu. Gördüğü bir maske ve ardında kıpırdayan bir şeydi. Ne olduğunu merak etti. Serumu yatağın üstüne bırakıp kafasını ileri uzattı. Eliyle cismi kendine doğru çekmeye çalıştı. Bir parmağı etli bir şeye dokununca irkildi. “Korkma arkadaş, ben sadece maske ve bir dudağım.” dediğinde Fehmi Bey, küçük dilini yutacak gibi oldu. “Al işte ikinci bir sekreter vakası…” diye, iç geçirdi. Koridorda ayak sesleri ile hasta yakınlarının sesleri geliyor, hemşireler birbirlerine uzaktan sesleniyorlardı. Fehmi Bey, hızlı davranıp hemşire gelmeden maskeli dudağı kendine doğru çekti. Yatağına döndüğünde onu sağ tarafına alıp pikeyle gizledi. Maskeli dudak konuşmaya başladı.
“Merak ettiniz değil mi, neden bu haldeyim diye.”
“Tam da ben soracaktım, evet neden böylesiniz?”
“Her şeye karıştığımdan bu hale geldim. Ben emekli bir adamım. Borçlar derken hiçbir yere gidemedim. Korona da çıkınca evde hapis kalmıştım. Eşimi yıllar önce kaybettim. Tek bir kız yeğenim var. Zaman zaman uğrar, yemeklerimi, temizliğimi yapar, ilaçlarımı düzenleyip giderdi. Hastalık çıkınca o da gelmez olmuştu. Evde yalnızlıktan yaşayan bir ölüydüm. Artık öyle sıkılmıştım ki, ne olursa olsun, diyerek yasakların olduğu bir pazar günü dışarı çıkmaya karar verdim. Allah’tan yaşım göstermiyor, minyon tipliydim. Polisler, bakıyorlar ancak yetmişi devirdiğime inanmıyorlar olacaklar ki, beni çevirmiyorlardı. O gün, bir parka uğrayıp uzun süre orada kaldım. Daha sonra maaşımı çekmek için ATM’lerden birine yanaştım. Televizyonlarda yetkililer sosyal mesafenin bir buçuk metre olmasını istiyorlardı ama iki ATM arasında yarım metrelik mesafede kuyruklar uzundu. Birisine girip bekledim. Bir genç, uzun işlem yapmış olacak ki kuyruktakiler homurdandılar. Neyse genç parasını çekip yanımdan geçerken paralarını sayıyordu. Baktım, maskesi yoktu. Sinirli bir şekilde “Kardeşim masken nerede?” diye, söylenince Suratı hapishane kaçkını delikanlı aceleyle paralarını cebine yerleştirip bana okkalı bir yumruk yerleştirdi. Kendimi kaybetmişim. Kulağım gıdıklanır gibi oldu o acıyla birlikte. Beni hastaneye kaldırmışlar. Kendime geldiğimde kulaklarımda sargı bezi vardı. Doktor, “Kulağınız olsaydı, dikerdik. Ne yazık ki kulaksız kalacaksınız.” Demez mi? Bir maske sormanın bedelini kulaklarımla ödemiştim.”
“E… beyefendi neden karışırsınız ki?”
“Ben karışmayacağım, o karışmayacak bu virüsü nasıl yok edeceğiz? O maskesiz soytarı etrafa mikrop mu yaysın?”
“O da doğru ya… Sonra?”
“Ben de her şeye karışma hastalığı vardı. Elimde değildi. Yine bir cumartesi günü kaçamak yapıp bir markete uğradım. Poşetleri zorlanarak taşırken karşı caddede davul zurna sesleri geliyordu. Düğün salonunun önünde her iki taraf aileleri bir güzel oturmuşlar, ne mesafe var ne bir şey! Tepem attı. Poşetleri markete bırakıp birazdan alacağımı söyleyip onların yanına gittim. Nutuk çeker gibi “Yahu hiç mi televizyon izlemiyorsunuz? Yöneticiler bas bas bağırıyorlar ‘maske, mesafe ve temizlik’ diye. Yollarda görmüyor musunuz yöneticilerin pozlu uyarıcı ilanlarını? Hiç statlarda Cumhurbaşkanının tribünlerdeki uyarı afişlerini de mi görmediniz!” deyince, içlerinden iri yapılı boksör tipli bir adam, sinirli bir halde yanıma geldi. Kolumdan tutup sürükleyerek beni düğün salonunun arka tarafına götürdü. Bana yer misin yemez misin, bir güzel dayak attı. Adam değil, sanki canavardı. Beni maçtaki rakibi mi zannetti ne, bir aparkat bir sol kroşe derken yüzümü hissetmedim. Bıçağını çıkartıp kollarımı kesmiş haberim yok! Onu da doktorlar dikiş atarken söylediler. Mübarek bıçak değil, kocaman bir satır ancak kol keserdi. Ciyak ciyak bağırmama düğün salonundan gelenler beni yine aynı hastaneye yetiştirmişler. Doktorlar da şaşırdılar. Her gidişimde bir uzvumu kaybediyordum.“
“Siz de hak etmişsiniz. Her şeye burnunuzu sokarsanız olacağı bu!”
“Burun dediniz de onu da yine bir parkta kaybettim. Bankta maskesiz oturan birine karışmıştım, o da burnumu kesip elime vermişti. “
“Desenize her karışmada bir uzvunuz gitmiş. Onun için bir dudak ve maske kalmışsınız.”
“Evet, öyle oldu. Ne olursa olsun, maskeyi ihmal etmem ve takmayanı da uyarırım. Peki, siz neden maske takmıyorsunuz? ”
Fehmi Bey güldü.
“Merak etme kalan o dudağını da ben patlatmayacağım. Konuş konuşabildiğin kadar…”
Ertuğrul ERDOĞAN – Eylül 2021