Obaya, inanılmaz bir istekle geldi ve coşkulu günlerimize haraketlilik kazandırdı. Çimende gezinirken “Sabahı zor ettim.” Dedi. Yaylaya gelmeyeli on beş yıl oldu. Babamın vefatından sonra evin kaptanlığı üzerime kaldı. Bir yere çıkamadım. Hayatın yükü omuzlarımı ezdi.
Hayallerimin gerçek olması için, kaldığım sürece çimende durmadan koşacağım. “Yaylanın lezzeti” çalı çileği ile birlikte olacağım. Sevgisi yalnız çalı çileğine değildi. Sevgisi ormana idi. Orman onun için, “Harikalar diyarıydı.” Harikalar diyarında, çeşitli çam ağaçları, gürgen ağacı, orman gülü ve çalı çileği boy gösteriyordu.
Harikalar diyarı dediği, ormanına girmeye can atıyordu. Çalı çileğini yiyecek ve dalını kıracaktı. Kırdığı dalları bağlayıp obadakilere ikram edecekti. O zaman canı yerine gelirdi. Kuşluk vaktine kadar zor bekledi. Şölene gidecek ve şölen yerinde karşılanacak gibi, heyecanlıydı.
Ormanda: reçinenin, çürümüş yaprakların, köklerin, mantarın ve çileğin kokusunu özlemişti. Mantara, sakıza ve çalı çileğine rastlamanın sevincini, neşesini tatmak gibi, çocuklaşmayı istiyorum. Çocukça sevinmeyi özledim. O çocukça duyguları yaşamalıyım. Yaşamalıyım gün boyu, büyüklerimle, arkadaşlarımla ve bütün obalıyla.
Çocukça hareketlerim arasında; ayağımdaki lastikler dala takılıp yıpransın, üzerim çamurlansın, pantolonuma çıkmayacak bir şekilde reçine sürülsün istiyorum. Ladin ağacından sakız almak için, tırmanayım gövdesine, tutunamayınca düşüp dizlerimi soyayım, bacaklarım yaralansın arıyorum. Gömleğim yıpransın. Lastiğimin teki kaybolsun, istiyorum.
İneklerin yaylıma çıkma zamanı geldiği için, annem çağırsın eve varayım. Dizimden sızan kanı, Annemin görmemesi için, yapmadığın entrika kalmasın. Yine de görsün ve azarı işiteyim. Ormanın kenarından hartama kesilen yerden biraz odun taşıyayım. Sırtımı kütük soysun. Omuzumu ip kessin. Annem seslensin, inekler çözülmeden, mısır ekmeğiyle bir tas yoğurt yiyeyim. Bir tas yoğurt, yaylada hayat demek, hayatın lezzetini tatmak demek.
Yayla çimeninde daha neler tütüyor gözümün önünde, nasıl sıralasam bilemiyorum. Bilemiyorum kimlerin gelemediğini ve gelemeyeceğini. Kimlerin sesinin duyulmadığını. Obayı sese boğanları, çok özlediğim, annemin bana seslenmesini ve ineklerin zilini duyayım.
On beş yıldır yaylaya gelmeyen ağabeyin peşinden ormana yürüdük. Ormana girene kadar kimseden ses çıkmadı. Ağabey patikanın kenarındaki ağaçların gövdelerini koklayarak yürüyordu. Bir ağacın gövdesine yazılmış ismini gösterdi. Duygusallaştı ve çam oluk suyuna kadar hiç konuşmadı. Suyun yanından ayrıldık ve ormana girdik.
Çalı çileği olgunlaşmış ve dallarda salkım gibi asılıyordu. Birlikte çalı çileklerinin başına toplandık. Çalı çileğini ağzına doldururken, “Çocukluğum geçti gözümün önünden” dedi. Gri bulutların karamsarlığı çökmüştü üzerine. Düşünceleri sele kapıldı ve kayboldu. Yüzü bir hoş oldu, gözleri kızardı. Yayla gözünün önünden silindi. Şehrin karmaşasında ne yapacağını şaşırdı. Sarardı, soldu ve bayılacak gibi oldu. Rahatsızlandığını fark ettik ama bir şey diyemedik. Hafif bir rüzgâr ağaçların tepelerini salladı. O hâliyle suya indi, kana kana içti, yanımıza geldiğinde, “Damarlarımdaki kanım hızlandı.” Dedi.
Çilek, ağzının kenarlarını boyadı. Çileğin suyu ile birkaç çizik de yüzüne attı. Ormanla on beş yıllık hasret bitmiş aradaki engeller kalkmıştı. Dile kolay on beş yıl. Bu tutkuyla bir hafta obada kalmalıydı. “Gözümde hiçbir şey yok. Yaylanın havası ciğerlerimi, suyu ise damarlarımı açıyor.” dedi.
Çileğin dallarını kırarken, ayağıma sert bir cisim vurdu. Eğildim dalların arasından baktım. Gördüğüme inanamadım. Büyük bir kılıç. Kılıcın tutma yerinin arkası çatallı. Paslanmamış, gayet güzel parlıyor. Kılıcı ilk önce ağabeye verdim. O da şaşırdı. İncece inceye baktı. Sonra diğer arkadaşlarda eline aldılar. Eve geldik, babama gösterdik. Babam, birden kılıcı görünce şaşırdı. Baktı, doktor muayenesi gibi, sonra gözleri doldu ve ağabeyinin babasına ait olduğunu söylemesin mi. Kılıca da sapının arkası çatallı olduğu için, “Karakulak” Denir, dedi. Çok şaşırdık, nedenini de açıkladı. Bir bakıma onun olduğunu ispatladı. Babasına da dedesinden kalmış. Belki de İstiklal savaşına katılmış. İstiklal savaşına katılmış bir karakulak kılıcını da tanımış olduk. Babam anlattıkça duygusal anlar yaşadı. Dedemin de istiklal savaşı şehidi olmasından dolayı konuyu biraz daha ayrıntılı anlattı. Ağabey kılıcı vilayete müzeye bağışlayacağını söyledi.
Akşama kadar ağabeyin çocukluğunun geçtiği yerleri birlikte gezdik. Rastladığımız büyük bir kütüğü anneme diye evinin önüne bıraktı. Ev, eğrilmiş, ayakta zor duruyordu. Çatının yarısı çökmüş, yana yatmıştı. Sene sonunda yaptıracağım dediğinde sevindik. Evin etrafında ardıç değneğini aradı. Kapıya vurdu, açan olmadı. Sesi çıkmadı, “Anne” diyemedi. Kapının önünde baltayı aradım. Kütüğü parçalayacaktım. dedi. Kapının önüne çöktü, göz yaşlarını silmeye yetiştiremedi.
Ağabeyin her tarafı çocukluğunda gibi çamur olmuştu. Gömleği yırtılmış, dizi soyulmuş ve kolundan da kan sızıyordu.
Göçmen kuşları sordu. Geliyorlar mı? “Lastik sapanımızla az mı peşlerinden koşardık, dedi.
“Yarın, gelin çayırına gideceğiz.” Diyebildi.