Kara ışık, çıra yakmaktan daha iyidir, diyorlardı köyde. Çünkü kara ışığın sürekliliği vardı. Kara ışık, ocak başındaki dolabın üzerine konuyordu. Dolabın üstünden aydınlatmasına ve kokusuna alışmıştık.
Kara ışığın aydınlığında, sofrayı kurar, yemeğimizi afiyetle yerdik. Babaannem sofraya gelmezdi. Annem, yemeğini yanına verirdi. Zaten çok az yerdi. Yorgun gözüküyordu. Duygularını kolaylıkla açıklamaz, postunda oturur ve devamlı okurdu. Meyve ağaçlarının ve sebzelerin bakımını anlatır. Nasıl gübreleneceklerini açıklardı. Bitki yaprakları ve çiçeklerinden ilaç yapımını öğretirdi. Damar otu ve kandıran otu dilinden düşmezdi. Özellikle ısırgandan yemek yaptırırdı.
Her şeyden ders alın, dünya değişiyor, yenilikler geliyor, onları hayatınıza uyarlayın, değişmeyen aptaldır. Gazete parçası bulsanız bile okuyun, okumayandan sakının derdi.
Yemekten sonra, babaannemin hikâyelerini dinlerdik. Babaannem hikâyenin yarısında başkasına geçer veya uyuyup kalırdı. Bize de gülmek düşerdi. Fakat hikâyeyi kardeşim devam ettirir yorumlarını yapardık. Babaannemin anlattığı Rus işgaliyle ilgili hikâyeleri o gün kulak dolgunluğu olarak dinlerdik. Bugün ise o gerçek hikâyeleri öğrenmeye muhtacız. Rus gemilerinin köyleri bombardımanıyla çok az evin ayakta kaldığını, insanların daha önceden kaçtığını anlatırdı. Olayların canlı şahidi olarak, dere kaşlarına ve tepelerin arkalarına sığınmanın zorluğunu ağlayarak anlatırdı. Bildiğimiz olayları üzülmesin diye ona anlattırmazdık. Silahların menzilinin dışına çıkmış olmanın kurtuluş olduğunu bu yerlerin dağların arkaları olduğunu anlatırdı.
Evlerini terk edip kaçma hikâyeleri ise daha acıklıydı. Çocuklu aileler, yaşlılar ve hastalar… Yaşanan dramın boyutu büyüktü. Böyle olunca da kaçma şansı azalıyordu. Yorganları ineğin sırtına sarma olayı var ki, acıdan da öte. İnek yürümez, bombalar başının üstünden geçer. Bir ay ağaç diplerinde ayakta durmaya çalışırken, Rus müfrezelerinin esiri olmuşlar. Geri döndürülmüşler ve evimiz yıkılmadığı için kapıyı açıp içeri girmişler. Bizim mahalleyi hastane olarak düşünmüşler. Evler hastane birimleri olacakmış, onun için yıkılmamış. Babaannem iki yıl esaret hayatı yaşadı. Oğlum bana 20 yıl geldi diyordu. Çünkü aş yok taş yok. Bir inek, ne kadar sağılacak ki, süt versin de çocuklar içsin. Buna rağmen, değirmenden un alır, fındığın içini ezer karıştırıp ekmek yapardı.
Babaannem, ahırda gazelin altına gömdüğü fındığı çıkarıp çocuklara yedirirmiş. Böylece açlıktan bir hâle kalmaktan kurtulmuşlar. Ayrıca dere kenarlarında yenilen otları toplayıp kaynatıp içmişler. Çocukları çarşıya gönderirmiş ve Rus askeri onlara somun ekmek verirmiş, sokakta dolaşan adamlar ise onları kovalarmış. Babaannem adamlara yaklaşmayın diye tembih edermiş. Esirleri yazmışlar, arada ekmek dağıtıyorlarmış. Esirlere kötü davranmamışlar. Daha sonra ise Rus’un içi bozukmuş diyorlardı.
Babamın da anlattığı olaylar dikkatimizi çekiyordu. Yaylaya göç edenlerin yüklerini atıyla taşımasını anlatırdı. Köyden yaylaya yayladan köye her gün yürüyorlarmış. Yol uzunluğu altmış kilometre. O kadar yolu her gün gidip gelmek, dile kolay.
Aile boyu ocağın başındaydık. Ateşin sıcaklığı ve kara ışığın aydınlatmasıyla derslerimize çalışır, ödevlerimizi yapardık. Kara ışığı bazen sofranın ortasına alır, ondan daha çok yararlanmaya çalışırdık. Deftere eğildiğimizde ışığın alevi saçlarımızı dağlardı.
Ağabeyim de dereye iner ördek vurup gelirdi. Bundan sonra ellerim ile yakalayacağım.” Derdi. Kardeşim, ördekleri nerede bulacaksın da yakalayacaksın. Diye sordu. Ağabeyim, “Değirmenin anasında suya girersin de taşlıkta girmezsin. Adımını dikkatli atacaksın, yerini bileceksin.” Dedi.
Kara ışık, ders başında bizleri aydınlatırdı. Onun ışığına alışmıştık. Bugün kara ışığın bize yetmesini anlamak mümkün değildir.
Bizi yarınlara hazırlayan kara ışık, o tarihte o kadar değerliydi ki, okumamız birazda ona bağlıydı. Okumak demek kara ışık demekti.
Kara ışık yarınları aydınlatırdı.