14 Şubat Sevgililer Günü telaşını vitrinlerdeki kırmızı renklerden, kalplerden, şık ve cazip hediyelerden anlamak zor değil…
Sosyal medyada sevgiliye yazılan mesajlar, şiirler okumaya başladık bile…
Tüketim çılgınlığını anlamak mümkün değil. Aklım da almıyor senede bir gün kutlanan şu günlere…
Eros’a bolca küfür edesim de yok değil hani 🙂
Neden diyeceksiniz şimdi?
Eros Bebe, oklarını nişan almadan atıp atıp duruyor, Valentino dünyaya geldi geleli…
Eros tüketicilere çalışıyor sanki…
Lakin, o da annesi Afrodit’in emirlerini yerine getirmek istiyor, belli ki…
Şaka bir yana AŞK çılgınlığına Eros mü ortak, yoksa İblis mi şaşırtıyor insanları? Sorulara Freud, Adler, Jung, Rich, yanıt versin, benim aşkla işim olmaz, hele meşk varken…
Sahi “aşk” dedim de aklımdan yine bir hoş anı yuvarlandı.
Yıllar öncesinde bir anı dinlemiştim, mesai arkadaşım Tülay hanımdan.
Yıl 1980 sonrası…
Arkadaşının kocası emekli İstanbul’da yaşayan bir albaymış. Adamın sır gibi sakladığı bir de yasak aşkı varmış Foça’ da.
Tabi o yıllarda cep telefonu ülkemizde yaygın değildi. Mektuplaşma kültürümüz vardı. Eşini aldatan 45 yaşlarındaki Fuat Bey, PK yoluyla platonik yaşadığı sevgilisiyle sık sık mektuplaşırlarmış.
Gün gelmiş, ne mektuplar onları mutlu etmiş, ne de sevda sözcükler kifayet etmiş. Aşkla yanan tenleri her ikisinin yüreklerine sığmamış, çareler düşünmüşler. Birlikte yaşama isteği ile vuslata nasıl ereriz, diye…
Çok çok düşünmüşler.
Sonunda çözümü halen Kıbrıs’da görev yapmakta olan devre arkadaşında bulmuş.
Fuat Bey, bir gün sabaha kadar çalışma odasına kapanıp çalışmaya başlamış. Ama ne çalışma ha!
Eşine ayda iki kez gönderilmek üzere mektuplar yazıp, dip notunu özlem, aşk sözcüklerle noktalayıp, yazmış da ha yazmış…
Odasına ani kapanışına şaşıran, endişeli eşine;
” Ankara Milli Savunmadan bana görev verdiler, bu projeyi acil istihbarat bölümüne iletmem gerek,” diyerek günlerce onu da öyle oyalamış.
Ve bir gün Fuat Bey evde yokken kapı çalınmış. Kapıda postacı durmaktadır. Kadına üzeri kırmızı balmumu ile kapalı askeriyeden geldiği belli olan saman sarısı zarfı uzatmış, imzalaması için.
Eşi ankesörlü telefondan onu bir saat sonra , ” ne var ne yok,” diye aramış.
Doğal olarak kadın askeriyeden gelen , kırmızı balmumu kişiye özel zarftan bahsetmiş. Tabi bu da Fuat Beyin tam da beklediği bir yanıtmış:
” Hayatım, aç bakalım ne yazıyormuş?”
Kadın zarfı açar. İçindeki sözcükleri okur okumaz, dudaklarının içine kıstırdığı, sözcükleri tutamaz.
” Ama…Ama…Bu nasıl olur!??”
FUAT BEYİN AŞK KAÇAMAĞI…(2)
Karısının ani haber karşısında o şaşkın hali gözlerinde canlanınca gülümsemişti.
” Ne oldu canım? Neden sustun? Kötü birşey mi yazılı?”
Kadın konuşamıyordu. Elleri titriyordu, bakışları sislenmişti. Kocasının sesi ısrarlıydı:
” Mektubu okur musun? Ne yazmış Genel Kurmay?”
Kadının sesi ahizeden kesik kesik kulağının içinde soru akisleri çizmişti:
” Ama Fuat sen mecburi şark hizmetini yapmadın mı? ”
Adam sesine numaradan manidar bir ifade yerleştirip konuştu:
” Hanım, tabi ki yaptım. Seninle tanıştığımda Ağrı’ dan yeni dönmüştüm, hatırla…unuttun galiba! Mektupta ne yazılı, hadi oku bir? Hâlâ okumanı bekliyorum…”
Fuat Beyin eşi birkaç kere yutkunmuştu. Boğazındaki yapışkan sıvıyı temizledikten sonra mektubu okuyabilmişti. Mektup, 1980 sonrası emekli olan subayların 2 yıl yurtdışında görevlendirilecekleriyle ilgiliydi. Emekli Alb.Fuat GÜNDOĞAN’ın görev yeri Kuzey Kıbrıs olarak yazılmıştı.
“Sen ne diyorsun?! Nereden çıktı şimdi bu?! Hemen Ankara’ya telefon açıp bilgi alacağım canım. Gerçek neymiş anlarız…”
Tabi, asıl gerçek Fuat Beyin Foça’daki aşk yuvalarına koşma arzusuyla yanıp tutuşmasıydı.
Ne yaptıysa Ankara kararlıydı. Emir büyük yerdendi. Gidecekti. Zorunluydu.
Birkaç gün daha İstanbul’da kalabilirdi. Fuat Bey, kuaförüne gidip bakımını yaptırdı. Yeni kıyafetler aldı. Öyle ya Kıbrıs çok pahalı ve sıcak iklime sahip bir ülkeydi.
Karısı hiçbir şeyden kuşkulanmamıştı. Son günler oldukça mutlu geçirdiler. Veda öncesinde 30 yıllık evli çift, kumrular gibiydiler.
Valiz hazırlıkları yapıldı. Ve Fuat Bey, gözyaşları içinde eşine veda edip önce Kıbrıs’a uçtu.
Devre arkadaşıyla 2 gün geçirip, sırrını ona anlattı. Çaresizdi. Aşk acısı çekmekteydi. Ya eşinden ayrılacaktı, ya da böyle bir çözümle sevgilisiyle kısa da olsa birlikte olacaklardı.
Arkadaşı onu anlayışla karşıladı. Fuat Bey, eşine gönderilmek üzere yazdığı mektupları verdi. Ayrıca her ay ailesinin geçimini sağlayacağı parayı da arkadaşına teslim etti.
Böylece Türkiye’de yaşadığı hiç anlaşılmayacaktı. Arada ankesörlü bir telefondan eşini arayacaktı.
Arkadaşı ile bir Rum meyhanesinde demlendikten sonra İzmir’e uçtu.
Foça, onun ikinci hayatının başlangıç merkezi olmuştu. Mutluluktan ayakları yerden kesilmişti. Yaşadıkları aşk yuvaları, sahilde taştan restore edilmiş çok şirin bir Rum eviydi.
Yaşadıkları küçük tatil beldesinde kimse onları tanımıyordu.
Tanınmamak yeni aşıkları daha rahat, daha doğal hareket etmelerini sağlıyordu.
Kadın önceden bir Fransız’ la evliymiş. Kültür farkı evliliklerinin bitmesini sağlamış. Fransız erkeklerinin mutlak metresleri olurmuş, falan filan…
Peki, ya Türk erkeği de evliyse, o zaman durum daha vahim değil miydi?
Öyle ya, çoluk çocuğa karışmış bir erkeğe daha ne kadar sahiplenecekti?
Adı Bengisu olan güzel bayan, kendisinin Aids hastası olduğundan, hatta hastalığı taşıyıcı bir portör olduğundan bile haberi yoktu.
Kısacası, Fuat Beye ölümcül hastalığını bulaştırdığından bihaberdiler. Ancak her ikisi bir yıl sonra acı gerçekle yüzleşeceklerdi.
Kader, onların daha fazla birlikte olmalarına izin vermeyecekti…
Emine PİŞİREN/ KOCAELİ