Açık havada akşam üzeri, karşı kayadan kırmızı ışık geliyordu. Kardeşim kırmızı ışık için, “Güneş batımında” diyordu. Güneş batımında veya akşamüzeri kayadan kırmızı ışık yayılıyordu. Kırmızı ışık yayılan bu kayaya “Ateş kayası” adını takmıştık.
Ateş kayasını özlemiştik. Özlemek, havaların bozuk gittiğine karşılıktı. Bu sene havalar sis ve yağmurlu geçiyordu. İnekleri yaylıma götürdüğümüzde kenarda ateş yakıp ısınıyorduk. Yağmur ıslattığında inekler üşümesin diye eve kaçıyorduk.
Yaylaların ortak Pazar yerine gittiğimizde, obası o tarafta olan arkadaşlara sorduk ki sizin obanın üzerindeki kaya niçin parlar diye. Arkadaş, biz farkında değiliz. Parlama veya ışık diye bir durum yok dediler. Bunun üzerine güneşli bir günde, kimseye sormadan ve akıl danışmadan, ateş kayasına gitmeye kalktık.
Annem izin verdi, iki tane de ekmek alırsınız dedi. Hava güneşli olduğu için, normal dolaştığımız elbiselerimizle gittik. Yağmur veya soğuğa karşı hiçbir önlemimiz yoktu. Yol kenarındaki ağaçlardan sakız ederiz diye de çakı bıçaklarımızı yanımıza aldık.
Atasözü ne der; “Akıl, insanın külahında bir çividir. Bir yere değmeden kafasının içine girmez.” Karşı tepenin yanına gideceğiz ve ateş mi yoksa ışık mı verdiğini gözleyip geleceğiz. Kardeşime rüyada da görmedim ki, ne olduğunu bileyim. Dedim. Dönüşümüz nasıl olacaktı.
Hayalimde aştığım tepelerden mi geçecektim. Yoksa rüyada mıydım? Tepemizden gölge geçtiğini hissettim ve sevindim. Ekmek alır döneriz diye. Çocuklara bu işleri yine en iyi babalar bilir. “Pazarda tanıdığımıza soralım ve ekmeklerimizi alıp geri dönelim.” Dedim. Ormanın içerisinden henüz yola çıkmamıştık. Obaya giden amcalara rastladık, ekmek almaya gidiyoruz dedik. Hava bulutlu dikkat edin dediler. İnsanlar tecrübeliler, dağların bulutlanması ne demek olduğunu çok iyi biliyorlardı. Bizi rüyadan uyandıran, nal sesi, atın ahenkli yürüyüşünü temsil ediyordu. Ağaçlar arasında fark etmedik, yağmur delicesine dökülmeye başladı. Büyük dallı bir ağacın altına saklandık. Çaresiz bekledik. Sağanak geçti ve yola çıktık ama, korkulu düşlerden farkı olmayan yol, öyle bir çamur ki, ayağını bastığında bırakmıyordu. Hele saplandın mı çıkmam imkansızdı.
Yağmur bizi ağaç altında esir almıştı. Bir an önce çıkıp ekmeklerimizi alıp dönmeliydik. Kaya ateş saçmış artık düşünmüyorduk. Hayatı duygularımız aracılığı ile deneyimliyoruz. Böylece hazır, rahat ve mutlu ortam buluyoruz.
Kardeşim, sosyal iletişimi kolaylıkla kuruyordu. Yaklaşan amcaya soracağım dedi. Amca selam verdi, ıslanmayın biraz acele edin dedi. Kardeşim, Pazarın karşısındaki kaya güneş ışınlarını yansıtır mı diye sordu. Amca yansıtır. Karşı kaya yansıtıyor hatta gözlerimiz rahatsız oluyor dedi.
İki senedir konuştuğumuz, ateş kayasının foyasını kardeşimin bir sorusu ortaya çıkartmış oldu. Biz kayanın sırrını çözmüş olduk.
Pazara vardık ve ekmeklerimizi aldık. Hemen geri döndük. Yağmur epeyce geçmişti. Kardeşime “Sana uyacak değiliz. Yoruldum, koşamam.” Dedim. Olay ortadaydı. Söyleyecek bir şey yoktu. Pazar yerine ekmek almaya gitmiştik. Obadaki ailelere sormamıştık nedeni taşıyamayacak olmamızdı.
Orman sessizdi. Obaya giden amcaları yakalayamadık. Kardeşim iyi yürümüşler, gerçi bana kalsa yetişirdim. Dedi. Yolun çamur olması bizi yavaşlatıyordu. Kardeşim de “Yürüme en iyi spordur.” diyordu. Kardeşim, sorusu; “Bulutlar önce suyunu mu? Yoksa şimşeğini mi? Boşaltır dedi. Böyle bir soruyu düşünmedik. Aklına nereden geldi. Öğretmeni sormuş. Cevap veremedik öyle kaldı.
Bu sırada kesilen ağacın gürültüsünde kaçacağımız yönü belirleyemedik. Ağaç başımıza düşecekti. Göremediğimize hayret ettik.
Obaya çıktığımızda öğleyin geçiyordu, ekmek almaya gittiğimizi söyledik.
Kardeşimin ateş kayasını sorması bizi o kadar yoldan ve yorgunluktan kurtarmış