Mektup bozuk bir el yazısıyla, kaleme alınmıştı. Buna rağmen, savaşın hikâyesi kısa tutulmuştu. Fakat her kelimesi, yaşanılanları özetliyordu.
Savaştaki çaresizliğin pençesinde çırpınmayı anlatmak, olağan değildi. Buna rağmen, iç dünyasında sönmemiş olan duygularını öne çıkararak, yazabilmişti.
Yüzyıllık mektup, “Savaş bataklık gibidir, insanlığı içine çeker,” cümlesiyle başlıyordu.
Yazdığı kâğıdı patlayan silahlar arasında bile korumuştu. Çünkü zarf ve kâğıt hala barut kokuyordu. Savaşta ölüm kusan, makinelerin korkunç yüzünü, zarfın dışında dahi görebiliyordunuz.
Her satırda psikolojik olarak düştüğü girdabın içinden zindanda kalmış gibi bir türlü çıkamıyordu.
Yaşadığı olayların hemen hepsi, yok olmakla ilgiliydi. Savaş sırasında yorgunluğunu gidermek için, arkadaşlarıyla birlikte düşmana yakın siperlerde dinlendikleri de oluyordu. Karşılıklı ateşkes ilan etmeleri güç toplamaları anlamına geliyordu.
Ekmek kurusu ıslatılmadan, boğazından geçmiyor, çökeleği ise dişleri kesmiyordu.
Esir asker; nedenini bilmeden bu topraklara ayak bastık. Ne işimiz var toprağınızda. Silahımı her şeyimi alın fakat canımı bağışlayın, derken, Türk askerine esir düştüğüne memnundu. Türkçe konuşmasının nedeni babasının İzmirli olmasıydı.
Esir asker “Karşı taraf, bu anlamsızlığa bir son verse,” diyordu. Esir asker, merkeze götürüldüğünde, beni onlara vermeyin! size katılayım, diye yalvarmıştı. Esir askerin feryadı bu anlamda kâğıdın her satırında yankılanıyordu.
Yağmurdan çadırda göz açamadık, havasız kaldık. Yarına hazırlanın haberi geldiğinde yine silahlar ve yeri doldurulmaz kayboluşlar gelecekti. Hikâyesinin başında tarih yoktu ama ifadesinden belirli olaylar akla geliyordu.
Büyük taarruzdan sonra mektup kesilmişti. En az bir ay sonra mektup yeniden ele alınmıştı. Yıkılan köy ve kasabalardan geçilmiş ve İzmir kurtarılmıştı.
İzmir kurtulmuştu, Yaşasın vatan diye haykırıyorduk…
Mektubu bir solukta tekrar, tekrar okudum. Aynı şekilde katlayıp sayfanın arasına yerleştirdim.
Yazar savaşın sürdüğü günlerde hikâyelerini zamanına göre net bir sıraya koyamamıştı. Saatleri değerlendiremediği, belli ki kafası allak bullaktı. Zamanın yörüngesinden çıkamıyor, bazen kim olduğunu da unutuyordu. Hatta olduğu yere sızdığında, hikâyeyi kaldığı yerden devam edemiyordu. Mağara insanı gibi, yaşadığı yeri düşünmekten acizdi.
Uygarca yaşamak varken savaş üzücüydü. Zihnini bir türlü toparlayamıyor ve etrafında yoğun bir gri atmosfer oluşuyordu.
Güneşin yakıcı ışınlarına karşı çadırda korunduğunu yazıyordu. Yerleşim yerlerine yakın değillerdi. Taarruz emriyle ege sahiline kadar gittik. Sıcak yaz gecesinde suya girdik. Komutanların ikazı üzerine denizden çıktık.
Gece köpeklerin havlamasından irkildik. Sebze taşıyan at arabası evin arkasından geçti. Hazır olsa kendi de bir şeyler pazara götürürdü.
Yazılacak iki satır kalmasına rağmen, kâğıdı bıraktı. Eli silahlı ve üzeri kanlı insanları görüyordu. Siperler yaralılarla doluydu, onları alıp götürüyorlardı.
Her silah sesi ve çevreyi kaplayan toz bulutunda soluksuz kalıyorduk.
Cepheler, kendini feda edenlerle dolup taşıyordu.
Hasan TANRIVERDİ