Ankara’ nın eskiden lüks olan semtinin dar ve yokuş sokağında kamyonu park edecek yer arıyorlardı. Tek yönlü sokağın sonuna doğru ilerledi kamyon. Caddeye dönen kıvrımda yer bulabilmişti ancak. Boşaltacakları daire bir iki bina yukarıda kalmıştı. Yardımlaşma Dernek Başkanı Arslan Bey, yardımcıları Atalay Bey ve Gülay Hanımda kamyona yüklenecek eşyalar için önden gelmişlerdi.
Güzel bahar gününde birkaç ailenin daha ihtiyaçlarını giderecek olmanın heyecanını, mutluluğunu yaşıyorlardı. Ne güzel şeydi bir yetimi, bir fakiri mutlu etmek. Verilen adresin önünde beklemeye başladılar. Ev sahibinin öğretmen kızı anahtarı getirecekti. Hava ılık, ağaçlar çağıl çağıl yeşil yapraklarla doluydu. Dallarda ötüşen kuş sesleri keyiflerine keyif katıyordu. Köhnemiş apartmanın alçak beton bahçe duvarına oturdular. Kamyondan inen taşıyıcılar kendi aralarında sohbete başlamıştı. Belli ki onlar da havanın güzelliğine kapılmış, güzel şeylerden konuşup, gülüşüyorlardı.
Bekleme uzadıkça üç gönül insanının sohbeti de memleket meselelerinde başlayıp, dünya politikasından devam etmişti. Aynı görüşe sahip olsalar da zaman zaman fikir farklılıkları da önlerine geliyordu.
Bir milletin temellerini, geçmişini anlamaması, bilmemesi çok kötü bir durum. Görüyorsunuz işte bunları bilmeyen milletlerin sonu meydanda işte.
Elbette her toplumun kendi içinde birçok sıkıntıları vardır. Biliriz ki her cemiyetin içi ayrı bir âlemdir. Mühim olan dar düşüncelere düşmemektir.
Vatan mukaddestir arkadaşlar uğruna yapılmayacak şey yoktur. Bu yolda ölmezsen eğer, nereye gitsen zonklaya bir yara olursun. diyerek konuyu değişirdi Arslan Bey.
Bir müddet sustular, herkes kendi ruh haliyle ilkbaharın güzel anını seyre daldı. Kamyonu ve taşıyıcıları bularak adrese getiren Atalay Bey gözlerini sokağın başına dikerek içinden “Bir saat oldu, anahtarı getirecek olan neden gelmedi acaba? Çok işimiz var böyle sorumsuzluk olmaz ki.” diye düşündü.
Zil sesiyle cebinden telefonunu çıkaran Arslan Bey “Alo” diyerek yanlarından uzaklaştı. Döndüğünde ise “Anahtarı getiren hanımefendi yoldaymış arkadaşlar. Trafikte sıkışmış özür diliyor.” dedi.
Şehrin sesini, hayatı ve insanları seyretmekten zevk alan Gülay Hanım dalgın bakışlarla etrafı izliyordu. Karşı binanın balkonunda çamaşır asan kadına baktı bir müddet. Sonra yavaş adımlarla yanından geçen yaşlı adamı seyretti. Orta yaşlarda süslü bir kadın başıyla selam vererek geçti önünden. Başının üstündeki tepside kalan bir kaç simidi satmak için bağıran simitçiyi durdurarak kalan simitleri aldı. Tek tek arkadaşlarına dağıttı. İşini bitiren simitçinin vakur yürüyüşünü seyrederken dudaklarına masum bir tebessüm ilişti. Ayağındaki eskimiş naylon mavi terliği asfaltta sürüyerek yürüyen kapıcıya baktı. Araba kornaları arasında yankılanan ambulansın siren sesini duyunca içinden dua etti.
Aklından öyle çok şey geçirmişti ki. Hangi birini arkadaşlarıyla paylaşacağını düşünürken,
Derinlere daldınız Gülay Hanım. Sesleniyorum duymuyorsunuz. Anahtarı birazdan getiriyorlar diyerek sözünü yeniledi Arslan Bey.
Gülümseyerek,
dedi Gülay Hanım
Bir zamanlar bu semtte, bu sokaklarda, bu binalarda yaşamak ne kadar ayrıcalıklıymış. Oysa şimdi hepsi eskimiş, çoğunun ilk sahibi ölmüş yahut satmış. Hani bizim güzel bir sözümüz var ya mal sahibi mülk sahibi hani bunun ilk sahibi. Ama Arslan Bey ben o eski kibir ve mağrurluğu hala hissedebiliyorum buralarda. Benimkisi yerleşmiş bir duygu mudur yoksa gerçekten öyle mi bilemiyorum. İyi ki de zaman ve devran değişiyor diyorum. İnsanlar birçok şeyle imtihan oluyor. Olmasa ne olurdu acaba? Belki de burunları bulut yırtardı.
Atalay Beyin de yanlarına gelmesiyle üç arkadaşın muhabbeti felsefeyle derinleşti. Güneşin sıcacık ışıkları sanki düşüncelerini aydınlatıyordu. Mutluluk ne güzel bir duygudur, fikirlere de huzur ve bolluk veriyor.
Önlerinde duran beyaz arabadan inen kadın Arslan Beyle tokalaştı. Ayaküstü sohbette Atalay Bey ve Gülay hanımla da tanışıp tokalaştı.
Atatürk ilkokulunda öğretmenim, annem iki ay önce vefat etti. Çok üzülsem de eşyalarını hayır olarak ihtiyaç sahiplerine dağıtmak istedim. Sonra da evi satışa çıkaracağım. Onun için size ulaştım. Geldiğiniz için teşekkür ederim.
Öğretmen hanımın giyim kuşamı, kibar tavırları, yaptığı hayır Gülay Hanımı büyülemişti. Gıpta ile dinlemişti onu. Hem iyi bir evlattı, hem aydınlık geleceğimiz için yeni nesiller yetiştiren kutsal bir iş yapıyordu. Daha ne olsun. Hayatımızı etkileyen değerlerdi bunlar. İçten içe gurur duydu.
Yalnız bilgiye ve başarıya odaklanmamalı insan, güzele ve iyiliğe de yönelmeli, yani bütünsel olmalı yoksa yarım olur birçok şey. Hayatta bilginin dışında olan şeyler de var, bütün bunları da dâhil etmeli kendi benliğine. Ancak o zaman daha iyiyi yakalayabiliriz. diye düşünen Gülay Hanım, öğretmen hanımın yükselen sesiyle kendine geldi. Neler olduğunu anlamaya çalışıyordu.
Olanları anlayınca Gülay Hanım birden bire buz kesildi. Az önce yere göğe sığdıramadığı öğretmen hanım bas bas bağırıyordu. Üstelik muhatabı sekiz dokuz yaşlarında bir kız çocuğuydu. Çöpten atık topladığı çuvalıyla yokuştan aşağıya kendilerine doğru geldiğini hepsi görmüştü. Beline kadar dökülen uzun dolaşık saçları lastikle toplanmış, üstü başı kir içindeydi. Neye uğradığını şaşıran çocuk koşarak uzaklaşmaya çalışırken,
Sana ne? Sen kendine bak. diye bağırıyordu.
Pis Çingene seni… Okulda olman gerekirken çöp topluyorsun sokaklarda. Yok etmeli sizin gibileri. Utanmadan bir de bana cevap veriyor. Şimdi seni yakalarsam görürsün ‘sana ne’yi.
Olanlar karşısında eşya taşıyanlar ve sokaktan geçenler de şaşkındı. Ellili yaşlarda bakımlı bir kadın çöp toplayan bir çocuğa demediğini bırakmıyor, koşan çocuğun arkasından yürüyordu. Çocuğun korkarak koşmasına Gülay Hanım çok üzülmüştü.
-Yeter hanımefendi siz bir öğretmensiniz yaptığınız olacak şey mi? O bir çocuk bu halinden kendisi sorumlu değil. Eminim ki o da isterdi şu anda okulda olmayı. Şatlarını hayatını bilmiyorsunuz. Bedeninden kaç kat büyük çuvalla korku içinde koşması sizin vicdanınızı sızlatmadı mı? Lütfen kendinize gelin.
Öğle çok üzülmüştü ki Gülay Hanım, öğretmen hanımın söylediği lafların hiç birini önemsemiyordu artık . O ise ağzına geleni bilge bir eda ile sayıp döküyordu.
Olanları esefle seyreden Atalay Bey ve Arslan Beye dönerek,
Yazık insanlığa, yazık böyle güzel bir mesleğin onurunun zedelenişine, yazık böyle güzel bir günün kirlenişine… Bir an önce işimizi bitirip gidelim arkadaşlar dedi.





















