Ordu’nun dereleri yukarı değil de aşağı akarsa, Keltepe saç ektirse, yıkılmaz sanılan Akkuş’un gürgenleri yıkılırsa, Halil İbrahim uslanırsa, Aslan Yürekli Hekimoğlu ölmezse, aşıklar kavuşursa, o zaman türkülerde kim yaşayacak? Kahramanlarımız kim olacak? Baktığımızda yarım kalan emeller hep son sözü söylüyor. O da mermere yazılan yazılar gibi kalıcı oluyor. Seni yaratan seni zaten biliyor, insan bu aleme kendini tanımaya geliyor. Yani insan kendisiyle tanışmaya geliyor bu aleme. Bu süreçte aslan aslanlığını, tilki tilkiliğini gösteriyor. Yoksa ak koyun, kara koyun nasıl belli olacak? İnsan kendini nasıl tanıyacak? Ne mutlu iki cihanda da kendisiyle de gurur duyabilenlere, insanlığını muhafaza edebilenlere? Erdemlerini her türlü menfaatin üstünde tutabilenlere selam olsun…
Ordu’nun türkülerinde hep bir yiğitlik; meydan okuma, asla vazgeçmeme, ölüm pahasına yoldan dönmeme erdemleri mevcuttur.
Türk’ündür türkün; halk edebiyatıdır yüzün! Âşıkların yoludur yolumuz, hepimizin ortak malıdır şu sözümüz. Özgürlüktür ülkümüz; budur türkümüz, Allah’tan başkasına eğilmez başımız; eğikse boynumuz, yakarıştadır sözün sahibine…
Değişiyor insan, mekân, zaman, atmosfer, köy çeşmelerinin başında o masum bakışlar nerede? Memleket tarlalarında, imecelerde dereleri inletmiyor türkülerimiz, masal anlatmıyor ninelerimiz; gurbete gidenin ardından yakılmıyor maniler…
Medeniyet şehirli anlamı olmakla birlikte, kentler bizi medeniyetten uzaklaştırdı. Uygarlık ölçümüz tamamen eşya yani madde oldu. Hâlbuki insana verdiğimiz kıymettir medeniyet. Erdemlerini muhafaza etmektir. Barbarlığın kafasına indirilen bir yumruktur. İşte bu sağlam doku faydalı geleneklerimizi muhafaza etmek ve sahip çıkmakla olur. Çünkü bütün bunlar bize kendimizi hatırlatacaktır. Kendimizi unutmak başkasını yaşamak demektir. “Ben kimim?” diye sorgulamamaktır. Bu anlamda Cengiz Aytmatov’un Beyaz Gemi adlı kitabında bir hikâye anlatılır:
Geçmiş zamanların birinde, bir hanı başka bir han esir almış. Bu han tutsağına: “Eğer istersen benim kölem olur, yanımda kalır uzun zaman yaşayabilirsin. İstemez isen en büyük arzunu yerine getir, sonra da seni öldürürüm,” demiş. Tutsak han, düşünüp cevap vermiş: “Köle olarak yaşamak istemiyorum. Beni öldür daha iyi. Ancak beni öldürmeden vatanımdan herhangi bir çobanı buraya getirmeni istiyorum.”
“Ne yapacaksın çobanı?”
“Ölmeden önce ondan türkü dinlemek istiyorum, vatanımın türküsünü.”
Şöyle yorumlarsak bu kıssayı: Tutsak han çok iyi biliyordu ki canından öte aldığı topraklarından gelecek çobanın söylediği türküyle; ülkesinin bütün mazisini, hilal kaşlı yiğitlerini, gül bakışlı evlatlarını, memleketinin acılarını, sevinçlerini, aldığı ilk kokuyu, bastığı ilk toprağı, yiğit yiğit yürüyen dağları, atların şahlanışını, çiçeklerin okuduğu şiirleri, rüzgârın söylediği türküleri, bulutlarda yüzen gemileri, anasının yaprak yaprak ellerini, babasının sert mizacının altındaki merhametini… İlk aşkını, kalbine bir kelebek konmuş gibi hissedecekti. Çobanın söylediği o türküyle bütün mazisi gözlerinin önünden el sallayarak geçecekti. Bedenin fâniliğini bir kez daha anlayacak ve yaşanılan duyguların hiçbir zaman ölmeyeceğini ve ağızdan ağıza türkü tadında, şiir tadında, başkalarının gönlünde yaşayacağını biliyordu. Madem ölmek yok idi, yiğitçe yaşamak vardı ilelebet…İşte böylelikle üzerinden nice veballeri atıp, bahtiyarlıkla ölümü karşılayacaktı. Ülkesinin türküleriyle mesut bir yolculuğa çıkacaktı. Belki kendisini de bir türkünün içinde yiğitçe yaşayacak ve memleketin havasına karışacaktı. Esarette neydi? Şimdi daha yakın olacaktı memleketine…
Ahmet Hamdi Tanpınar: “Türk insanının yazılmamış romanları türkülerde saklıdır. Türküler romanlarımızdır,” der. “Çanakkale içinde vurdular beni,” derken bu sadece bir türkü değildir. Orada bir tarih yatar.
“Al Fadimem bal Fadimem /Yanakları gül Fadimem /Uyan uyan sabah oldu/Namazını kıl Fadimem”
Bu mısralar yanmış bir gönlün ağzından dökülen zarafet ballarıdır. Buyurgan değil, tatlı dille eyleme geçirmek. Bu türkünün esası vuslat olmasa da sözleri; annelerimizin, dedelerimizin, aşıklarımızın, yiğitlerimizin ruhunun tezahürdür. O yüzden bir türkü dinlediğimizde bütün bir mazi mehtap gibi ışıldar zihnimizde.
Bu uzun girizgahtan sonra gelelim Keltepe’nin Taşları’na ya da Akkuşun Gürgenleri olarak bilinen türküye. Akkuş, manzara fotoğrafı gibidir. Her taraf yeşil elbiseleriyle etrafa gülümseyen ağaçlarla doludur. Bu ağaçlar neredeyse gökyüzünden başka bir gökyüzü oluşturur. Bu yemyeşil bir gökyüzüdür. Ağaçlar sizi koynunda saklar, yapraklar kuş gibi başınızda uçar. Bu bölgede gürgen ağaçlarından meydana gelen çok ormanlar vardır. Fakat bu gürgenler burayı öyle bir vatan belirlemişler ki her biri bir anıt gibi dururlar yerlerinde. Öyle fani ya da geçici gibi durmazlar bu coğrafyada. Sabit bir bekçi gibidirler bu topraklarda…Yaylaları da bulutları içer adeta…
Tabii bu noktada türkünün bu bölgede geniş bir coğrafyada söylendiğini ifade edebilirim. Bilhassa Akkuş’un komşusu Niksar vb. yerlerde çok sevilen bir türküdür. Elbette türküler, zaten halka mal olmuştur, bu yüzden coğrafyası, hududu da yoktur.
Çocukluğumdan bildiğim bir türküdür. Babam saz çalmayı severdi. Çok iyi hatırlıyorum Rahmetli Yakup amcadan ilk bu türküyü dinlemiştim. Öyle bir söylerdi ki “Keltepe’nin Taşları”nı kalbimde titremeyen bir yer kalmazdı. O yanık sesi dereleri dolaşır, ağaçları titretirdi. Bu ses sanki daha çok ölen birinin arkasından yakılan bir ağıt gibi tezahür ederdi. Kadim bilinçaltıma iner örümcek bağlamış kapıları açardım. Hissederdim, çok fazla mazim olmadığı halde bütün ecdadın ruhunu… O vakit gözlerime düşerdi ampul büyüklüğünde yaşlar. Erkek adam ağlamazdı fakat bu ağlamaktan daha öte bir şeydi. Belki de bütün yarım kalmış duygular bir rahmet bulutu olarak düşüyordu üzerime…
Türkünün hikayesine gelecek olursak. Şöyle ki:
“Keltepe ‘nin Taşları” adıyla da bilinen “Şu Akkuş ‘un Gürgenleri” türküsünün hikayesi şöyle: Ordu’nun Aybastı ilçesinde yaşayan Sevdesli Adem Akça’nın hikayesini anlatır bu türkü. Adem Akça bir kızı sever. Bu aşk her aşkta olduğu gibi dağları delecek, bütün her şeyi göze alacak kuvvettedir. Kızı ister, fakat vermezler. Bu noktada işi zorlaştırmayı severiz. İsteriz ki aşıklar öbür dünyada kavuşsun. Birçok halk hikayelerinde de durum aynıdır. Mutlu mu olsunlar yoksa kavuşamayıp türkü mü? Birçok aşkta olduğu gibi bu sevda da engelle karşılaşır. Fakat kahramanımız kafasına koymuştur. Çünkü aşk gerektiğinde meydan okumaktır. Bir şekilde sevdiği kızı kaçırır. Kaçırır kaçırmasına da yakalanır. Bundan ötürü cezaevinde on sekiz ay yatar. Fakat bilenler bilir, sevdiğinden ayrı dört duvarın mezardan ne farkı vardır? Üstelikte böyle bir durumda… Zaman Adem’in ciğerini sökerek bir şekilde geçer. Dışarı çıktığında sevdiği kızın başkasına verildiğini öğrenir. Buna hazmetmesi zordur Adem’in. Olayı biraz da gurur meselesi yapar. Aşk da malum olduğu üzere bir cinnet halidir. Bütün bu bileşenler büyük bir öfkeye döner. Adem artık içinde cehennemi taşımaktadır. Nihayetinde bu olayla alakalı olan on kişiyi öldürür. Bundan böyle lakabı “Canavar Adem ’e” çıkar. Tutuklanıp cezaevine tekrar dönen Adem Akça, Ordu Hapishanesinde 1963 senesinde idam edilir. Bu türküde o yörelerde Adem Akça’nın bu acıklı öyküsünden yola çıkılarak söylenmiştir.
Adem’in amacı bir aile kurmaktı aşık olduğu kızla. Bu en doğal hakkıydı. Fakat işleri zorlaştıranlar, bir aşığın cezaevindeyken sevdiğini elinden almakla kendi sonlarını hazırlamış oldular. Çünkü olaylar doğal seyriyle ilerleseydi kimsenin canı yanmayacaktı. Çok basit. Doğru doğruyu, yanlış yanlışı doğurur. İşte bu nizamı insanlar bozduğunda çatışma meydan gelir. Yani doğruya yanlış karıştırsak yanlış yanlışı doğuracaktır. Adem başlangıçta doğru yol üzerinde ilerledi. Fakat yapılan yanlış yanlışı doğurdu ve kimseye bir fayda sağlamadı. Bu bir erdemi -erdemsiz çatışmasıdır. Erdemsiz olanlar erdemli insanlara bile erdemsiz davranışlarda bulunmasına neden olurlar. Türkünün sözleri şöyle:
Keltepe’nin taşlarını koyun mu sandın
Sevip sevip ayrılmayı oyun mu sandın
Şu Akkuş’un gürgenleri yıkılmadı mı
Yar üstüne yar sevmeye sıkılmadın mı
Eser kahramanın ağzından veriliyor. “Keltepe’nin taşlarını koyun mu sandın” Yanlış olanı nasıl doğru görürsün? Taşı nasıl koyun sanırsın? “Sevip sevip ayrılmayı oyun mu sandın” derken işin ciddiyetininim farkına varmayan muhataplarına bir uyarı niteliği taşıyor. Bu eylemin bu kadar basit bir oyun olmadığı manasını çıkartabiliriz. “Şu Akkuş’un gürgenleri yıkılmadı mı/
Yar üstüne yar sevmeye sıkılmadın mı” derken gürgen ağaçları bile sabit duruyor yerinde, sen beni nasıl bırakıp gidersin? Diğer dördüncü mısrada da ayıplama, vefasızlığa dair sitem var. Esasında birbiriyle alakasız gözüken iki mısra anlamsal olarak birleşiyor.
Coşkun sular gibi çağlatma beni
Yetimlikten büyüdüm ağlatma beni
Üç aşağı beş yukarı salla mendili
Öksüzlükten büyüdüm ağlatma beni
“Coşkun sular gibi çağlatma beni” derken türkünün anlatıcısı kendi ahvali üzerinden coşkun sular ile benzerlik ilişkisi kuruyor. Fakat arkasından gelen mısraya bir hazırlık söz konusu “coşkun sular” bizde, duyguların kabarması ve gözyaşını çağrıştırmakta. “Yetimlikten büyüdüm ağlatma beni” burada kahramanımız /anlatıcımız otobiyografisine değiniyor. Bilindiği üzere yetimler duygusal olurlar. Fakat hikâyede olduğu üzere duygusal insanların intikamı çok ağır olur. Yani duygular ehlîleştirilmediği sürece canlı bomba gibidir. Yine bu mısrada merhamet, yufka yürekliği görüyoruz. Zaten duygular karmaşık yaşanır. Yetimler sevilme, taktir edilme, duygularını yeterince yaşamadıkları için sevgilerini çok güçlü yaşarlar ve doğal olarak her şeyi göze alılar. “Üç aşağı beş yukarı salla mendili” O dönemler için mendil bir iletişim aracı ve sembolik anlamları var aynı zamanda. Ve çağrıştırdığı diğer anlam açısından da bakarsak gözyaşlarının silinmesi anlamlarını da çağrıştırıyor.
Şu Niksar’ın başında kar var duman yok
Şu gevurun kızında da din var iman yok
İçmem güzelim içmemde bir yudum içmem
Dünya dolu yar olsa da senden vazgeçmem
Şu Akkuş’un gürgenleri yıkılmadı mı,
Yar üstüme yar sevmeye sıkılmadı mı.
Şu karşıki tarlayı da kime kazdırdın
Gönderdiğin mektupları kime yazdırdın
Keltepe’nin taşlarını koyun mu sandın,
Sevip sevip ayrılmayı oyun mu sandın.
Yavaş yürü tombul gelin topukların görünsün,
Ben aklına geldikçe de yüreklerin bölünsün.
Telgrafın tellerine kuşlar mı konar,
İnsan sevdiğine bi denem böyle mi yanar.
Üç aşağı beş yukarı salla da mendili,
Demedim mi gülüm sana tanıt kendini.
Geçemiyom geçeklerden geçek ver bana
Gönlündeki çiçeklerden çiçek ver bana
Gelemiyom yollarına yolların uzak
Yolumuza kurmuşlar da demirden tuzak
Gelemiyom nazlı yarim aylar garanlık
İkimiz de cahiliz de elbet yaralı
Şu zalim engeller yarim kalkasa aradan
Sevenleri kavuştursun ne olur yaradan
Alçaklardan götürün de benim salımı,
Düşmanlarım bilmesin benim halımı.
Şu Akkuş’un gürgenleri yıkılmadı mı
Yar üstüne yar sevmeye sıkılmadın mı
Alçaklardan götüründe benim salımı
Kimseler de bilmesin garip halımı
Alçaklara karlar yağmış üşümedin mi
Kız sen bu işin sonunu düşünmedin mi
“Alçaklardan götüründe benim salımı /Kimseler de bilmesin garip halımı” derken burada yiğitlik vardır. Türkünün kahramanı istiyor ki düşmanlar öldüğünü görüp sevinmesin. Bir de varlığının düşmana her zaman korku salmasını istiyor. “Kız sen bu işin sonunu düşünmedin mi” derken sevdiği kıza ya da diğer muhataplara, bütün olanların sorumlusu sizsiniz çünkü bu işin sonunu düşünmediniz hem beni hem de bu işi hafife aldınız.
Keltepe’nin taşlarını koyun mu sandın
Sevip sevip ayrılmayı oyun mu sandın
Gelür müsün gelmez misin fındık dibine
Kemer olsam sarılsam da ince beline
At belinden tabancayı dağlar inlesin
Yat kolumun üstüne de canım dinlensin
Alçaklara karlar yağmış üşümedin mi
Kız sen bu işin sonunu düşünmedin mi
Reşadiye önünden de akıyor ırmak
Her yiğidin kârı değil sözünde durmak
Irmaklarım çağlıyor da çağlatma yarim
Yetimlikten büyüdüm de ağlatma yarim
Velhasıl türküde yöreye ait betimlememeler, benzerlik ilişkileri oldukça kullanılmış. Lirik türküde anahtar kelimeler: Yiğitlik, meydan okuma, yufka yüreklilik, intikam, gözyaşı, işin sonunu düşünmemek, hafife almak, sitem, hayal kırıklığı vb. duygular içeriyor. Kahramanın ağzından verilen türküde, çevre betimlemeleri, iç ve dış çatışmalar söz konusu. Yöreye ait ağızlar kullanılmış. Türküden çıkaracağımız kıssalar: Aşığın gazabından korkmalıyız ve hafife almamalıyız. Aşığına yar olmayan kimseye yar olamaz, güzellikle olmayan iş zorbalıkla olur. Aşka saygı duymayan bedelini ağır öder vb. ibretler çıkarabiliriz. Sözün özü aşıklarımız kavuşsun, can yakmayalım, canımızdan olmayalım….
***
Bu türküyü derleyen âşığımızın biyografisi şöyle:
Halk müziğindeki adı Efiloğlu Mustafa, yöredeki adıyla Mustafa Efil veya Efil Ağa, 1306 yılında Ordu’nun Akkuş ilçesinde doğmuştur.
Türkülere olan düşkünlüğü nedeniyle Karadeniz Bölgesinin hemen hemen bütün illerini, kasabalarını ve köylerini dolaşmıştır. 1959 yılında vefat eden Mustafa Efil veya Türk Halk Müziğindeki adı Efiloğlu Mustafa anlatılanlara göre tipik Anadolu ağalarından biridir. Yöresinde çok sevilen, sayılan bir insan olması nedeniyle türküleri de kendisi gibi sevilerek günümüze kadar gelmiştir.
Yörede okunan türkülerin hemen hepsinin diğer yörelerimizde olduğu gibi mani dörtlüklerinden oluştuğu görülmektedir. Bugün “Efilo Havaları” adıyla bilinen türkülerinin bir kısmı, Ordu ili Akkuş ilçesinde yaşamış olan ve asıl adı Mustafa Efil tarafından bestelenmiş olan türküleri çeşitli yörelerde katılmış olduğu meşk ve alemlerde çalıp söyleyerek duyulması ve okunması yönünde çabalar sarf etmiş, Ordu ili ve Akkuş ilçesinin de tanıtımına katkılar sağlamıştır.
***
Bu türkünün değişik yorumları olduğunu söylemiştim. Hikmet UZUN, bu türkünün orijinal mısralarını şu şekilde ifade etmektedir:
KAYNAK KİŞİ MUSTAFA EFİL DİR (EFİLO……EFİL AĞA)
İNİŞTE GİDELİM ASLAN YARİM
İNİŞTE GİDELİM
AKŞAM GÜNÜ GERİ DÖNDÜ
KONUŞTA GİDELİM
AT BELİNDEN TABANCAYI
DAĞLAR İNLESİN
YAT KOLUMUN ÜSTÜNE DE
CANIN DA DİNLENSİN
ÇIKMA DEDİM ERİK DE DALINA
DARTMAZ DALLARI
VARMA DEDİM KÜÇÜCÜK KOCAYA
SARMAZ KOLLARI
İÇMEM SEVDİĞİM İÇMEM
BİR YUDUM İÇMEM
ELLİ DİRHEM KURŞUN YESEM
SENDEN VAZGEÇMEM
IRMAKLARDAN GEÇERKENDE
TAŞTAN KAYARSIN
GÜVENEMEM SÖZLERİNE
DURMAZ CAYARSIN
ALÇAKLARDAN GÖTÜRÜN
BENİM DE SALIMI
DÜŞMANLARIM DUYMASIN DA
BENİM DE HALIMI
KELTEPE’NİN TAŞLARINI
KOYUN MU SANDIN
SEVİP SEVİP AYRILMAYI
OYUN MU SANDIN
ÜÇ AŞŞAĞI BEŞ YUKARI
SALLA MENDİLİ
TANIYAMADIM BEN SENİ
TANIT KENDİNİ
ŞU KARŞIKİ DAĞLARDA DA
GÜGÜK OTMESİN
SENLEN BULUŞTUĞUMUZ YERDE
OTLAR DA BİTMESİN
USUL YÜRÜ YAVAŞ YÜRÜ
TOPUKLARIN GÖRÜNSÜN
BEN AKLINA GELDİKÇE DE
CİYERLERİN BÖLÜNSÜN
***
ŞU AKKUŞ UN GÜRGENLERİ
Şu Akkuş un gürgenleri yıkılmadın mı
Yar üstüne yar sevmeye sıkılmadın mı
Şu karşıki tarlayı kime kazdırdın
Gönderdiğin mektupları kime yazdırdın
Şu Akkuş un başında kar var duman yok
Şu muhannet yarimde din var iman yok
Şu karşıki tarlayı kime sürdürdün
Sen orada ben burada beni öldürdün
Irmak gibi çağlıyom çağlatma yarim
Yetimlikten büyüdüm ağlatma yarim
Susuz dereler gibi kuruttun beni
Üç günlük geliniken unuttun beni
Kuşlar yuvadan kalkmıyor taş atmayınca
Kız ben seni alamıyom kaçırmayınca
Keltepenin taşlarını kuzu mu sandın
Anasını görünce kızı mı sandın
***
Türkünün Adı: Keltepe’nin Taşları
Türkünün Yöresi: Akkuş
Türkünün Kaynağı ve Mahlası: Mustafa Efil hanımeli*
Faydalanılan kaynaklar:
https://www.akkusilcesi.com/hikmet-uzun-orjinal-akkusun-gurgenleri-turkusunu-acikladi/
Karder Akkuş Ordu ili Akkuş İlçesi Karaçal ve Çevre Köyleri Derneği Fecebook hesabı.