Kalb-i nar
İlk aşkın coşkusu son aşkın huzuruyla kalbime nar, günaydın tazeliğinde sevda kokusuyla geldin…
Sokaklara atıyorum kendimi; çiçeklerin, böceklerin, tomurcuğa durmuş ağaçların sevinci ışıldıyor yüzümde. Merhaba diyorum etrafa, karşıya geçmek için bekleyen adam karşılık veriyor gülümseyerek.
Güneş muzip mi muzip…
Nisanın büyüsüyle süslenen doğaya katıyorum kendimi, dalga dalga sarısı, yeşili, moru, kırmızısı medcizirlerle sana sürüklüyor yüreğimi. Baharı kucaklıyor arandığım kokun, tenine değsin diye rüzgarlarım ıslık ıslık eşlik ediyorum şarkımıza. Papatyalar göz kırpıyor beyaz yapraklarıyla içimdeki haylazlığa, “seviyor!”.
Uçuş uçuş aklım, selamlaşıp hal hatır soruyorum tanıdık yüzlere, bir hal var sende diyorlar. Susup susup, gülümsüyorum, deli deli hallerdeyim. Çingene adam içtiği sigrayı uzatıyor kadınına geçip giderken yanımdan. Dumanlarını bırakıyorlar arkalarında…
Durağa atıyorum kendimi, kucağında çocuğuyla dileniyor Rumen kadın. Önümde durduğunu farkettiğimde göz göze geliyoruz. Öğenci çocukların harçlığına ortak olmak istiyor, sonra telefonuna gömülmüş uzun saçlı gencin önünde duruyor. Daireler çizerken kadın ordan oraya, içimdeki aşk kadar görünmez diyorum kendi kendime.
Karşıdan karşıya geçerken “seninle dünya çok güzel“ diye sesli düşünüvermişim meğer, etraftakiler dönüp tuhaf tuhaf yüzüme bakıyorlar. Peşimden sürüklüyorum evreni, hükmüne kapılıp hislerimin.
Bir insan diğer bir insanla nasıl bu kadar örtüşür her duygusuyla, şaşkınlığını taşıyorum. Telaşına kapılıyorum daha çok sevmenin, ruhun ruhuma düştükçe birebir eş.
Cennetim, ölüm bedene karanlıktır ve toprak yağar üzerine üzerine… Bu yüzden de; birbirlerine gömülmek ister aşıklar, mabedi olsun diye biri diğerinin. Lahitlere kazılır gibi sevdiğine yazılmaktır arzuhal. İsminin kaç haliyse sende sedam, fırtınasına tutulur kuşun kanadına takılan umutlarımın.
Kaç vakti varsa efkarımın sarhoşluğa kurulu anlarında, saliserlere bölünerek çoğalma çabasındadır seni sevmelere hasretim. Yari koynunda yaşatma coşkusuyla, içinde tutmak ve bırakmamak son nefesini. Mecali kalmazken ah ile dirilmek yeniden. Uzun uzun ölmek diz dize, göz göze tutkuyla. Evrenin aynasında ay tutulması, üşüyüp gölgesine güneş düşmek.
Nasıl düştüysen kalbime öyle kalacaksın, son nefes gibi çekip içime bırakmayacağım.
Yok ötesi, tamamlamışken yarım kalmışlığı, iklimin iklimim dört mevsim. Yürümeyi öğrenmiş bir çocuğu salar gibi sokaklara… Cemre düşen toprağın mucizevi dirilişiyle nevbaharın kokusunu çeker gibi düşmek bir adamın yüreğine…
Çöl ortası yalnızlık gibiyken dudaklarımda susuzluğun arzusu, gelişine nazire yeşillendi içimdeki vahalar.
Canözüm, damla damla yudumladığım son yudumum. Üşürken dışımdaki mevsimler ısınmak dört iklim yaz-bahar cennetinde.
Senden kalma vişne tadı sarhoşluğum, dolup dolup boşalan kadehin kıpkırmızlığına çakır keyf vurgunluğum. Sen benim en tatlı çılgınlığım; sevmenin şerefine doldurduğum kıpkırmızım…
Huzurla gözlerimi açmak güne, saçlarını okşamayı unuttuğum içimdeki afacan çocuk, şefkatle, özlemle, iç çeken ağlamak gibi doyumsuz bekliyor…
Huzurum, bize her gün nisan!
ne kadar bensin içimde
ne kadar ilk
ne kadar son baharsın
Sen uyurken, bütün karanlıkların üstünü örtüyorum gece mavisi saçlarımla…
vaha sahra