Zamanın billurdan aynasıdır şehirler… O aynadan yansıyanlar o şehirde yaşayanların ruh süzgecinden süzülenlerdir. Şehirlerin de, gönül telini titreten bir ruhu vardır şüphesiz… Onların da bir kimliği vardır boyunlarına asılan… Onlar da gün gelir ağlar, gün gelir gülerler. Şehri güldüren de, ağlatan da onun koynunda yaşayan evlatlarıdır. Caddesiyle, sokağıyla, eviyle, mabediyle, parkıyla, bahçesiyle bir vücudu andırır şehirler… Bir vücut nasıl ki eskiyen hücrelerini yenilerse şehirler de öyle yeniler kendilerini. Nasıl ki vücutta hücreler düzensiz çoğalınca kanser illeti baş gösterir, öyle de kentlerdeki yenilenme gayreti, kentin ruhuna uymazsa öyle vahim bir netice doğurur. Kanserli kentler bu uyumsuzluğun vahim sonucudur. Şe
Şehirlere giydirilen elbiseler bizim motiflerimizi taşıyan kumaşlardan üretilmelidir. Şehre ecnebi kumaşından yapılan elbiseler giydirmek kentin şahdamarına vurulan hançerden farksızdır. Trabzon bu hançerin sersemliğini üzerinden atamadı henüz… Kentin şahdamarına saplanan bu hançer, kenti kan gölüne çevirdi. Bizler bu kentin sakinleri olarak çok da farkında olmasak da mimari açıdan bir kan gölünde yüzmekteyiz. Ne yazık ki her gün bir yanımız yara almaktadır. Şehrin kanserli hücreleri her geçen gün bünyeye ağır darbeler indirmektedir.
Şehirlerin de bir ruhu vardır. Bu ruh cevherinin saflığı, doğallığı bozulursa çürüme de beraberinde gelir. Nisyanın ağır yükünü taşıyamaz şehirler… Bugünkü şehirler lisan-ı halleriyle nisyana isyan etmektedirler. Bir çınarın köklerini kopardığınızda onu ölüme terk edersiniz. İşte öyle de şehirlerin de kökleri vardır. O kökler beslenirse şehir gelişir, gürbüzleşir. Şehirler yenilenirken geçmişle olan bağları koparılmamalıdır. Şehre kattıklarımız, mevcut olanlarla uyum içinde olmalıdır; bir ucube görüntüsü teşkil etmemelidir.
Kentler geçmişin izlerini sildiklerinde manevî anlamda kendi pimini kendileri çekerler. Modernleşme sürecinde kimliğini ve köklerini kaybeden şehirler, bunalımın eşiğinde debelenip dururlar. Modern mimarî kılıfıyla şehri özgün yapısından uzaklaştıranlar, kapitalizmin gönüllü köleleridir. Onlar daha çok kazanç ve para anlayışıyla, ellerindeki kanlı hançeri şehirlerimize saplamaktadırlar. Bilmiyorlar ki bu kan gölünde onlar da boğulacaklar.
Şehirlerin asil ruhunu çalan mimarlar, betonarme yığınlarıyla çarpık bir ruh inşa etme peşindedirler. Buram buram Türk-İslam havasını teneffüs ettiğimiz tek kimlikli şehirler bugün çok kimlikli bir hale bürünmüşlerdir; daha doğrusu kimlik diye bir şey kalmamış şehirlerimizde. Bunun acı görüntülerini Trabzon da yaşamaktadır. Şehir, beton yığınları altında can çekişmektedir adeta. Şehrin kökleri sökülmektedir şanlı maziden. Bir metamorfoz hali midir nedir yaşanan?… Kimler kasteder kentin ruhlara tuttuğu müşfik aynalara?…
Şehir; ait olduğu toplumun dünya görüşünü, hayat felsefesini, hayata bakışını ve değerler sistemini yansıtır. Bunu Türk-İslam şehirlerinde görmek mümkündür. Oysa günümüzde sözde mimarlar hedonist(hazcı) bir anlayışla ruhsuz kentler inşa etmektedir. Bu kentlerde ihtiyaçlar değil, gösteriş ön planda tutulmaktadır. Bencillik hastalığı mimariyi de yönlendirmektedir. Sadece insanlar değil, ne yazık ki kentler de kimlik bunalımı yaşıyor.
Günümüzde gökdelenler, yıldızlı oteller, eğlence merkezleri, alışveriş merkezleri, lüks konutlar-işyerleri ve benzeri yapılar aslında şehrin kimliğine vurulan bir darbedir. Zira bu yapılar metalik bir soğukluk taşımaktadır. Öyle de insan topraktan uzaklaştıkça huzurdan da uzaklaşmaktadır. Eskiden evlerin bahçeli ve müstakil yapılması teknolojinin geriliğiyle açıklanamaz. İnsanları üst üste yığan bugünkü modern mimarî, onların mahremiyetine de büyük darbe vurmuştur. Artık herkes, herkesin sırrına vakıftır. Zira kağıt gibi binalar, evlerimizin sırlarını bir paçavraya çevirmiştir. Üstat Necip Fazıl’ın şu dizeleri bu gerçeğin en güzel ifadesidir: “Sır vermeye alışkan/Pencereler aydınlık/Duvara şüphe çakan/Gölgelerde şaşkınlık/Üst üste insan türü,/Bu ne hayat, götürü!/Yakınlıktan ötürü/Kaçıp gitmiş yakınlık…”





















