Kapı komşusu nedense çok çekinceli bir duruş sergilemekteydi. Arada bir başını arkaya doğru çeviriyordu. Bir eli sıkıca kapıyı tutmaktaydı. Her an kapıyı kapatacakmış, gibiydi.
“Dediğim gibi o et ne eşinize ne de size göre değil. Veremem. Çünkü…”
Dedi, yutkundu.
Et isteyen adam utanmıştı. Yineledi az önceki sorusunu.
“Bir lokma ekmeği etin suyuna bandırıp da verebilirsiniz. Eşim üç aylık gebe… Nefsi ölsün istiyorum. Lütfen…”
Komşusu dayanamadı artık. Sözcükler birden fırlamıştı dudaklarından:
“Veremem komşum, verememm…Çünkü o at eti…”
Der demez sözcüklerin arası aça aça, duraksayarak konuşmaya başladı. Yüzüne bir anda kederli bulutlar küme küme çökmüş, hüzünle gölgelemişti bakışlarını.
“Ne bileyim…At eti belki de bozuktu…Bilemiyorum…Yiyor işte çocuklarım. Bıçak kemiğe dayanınca, mantıklı da düşünemiyor insan…
Sustu bir an… Yine yutkundu…
“Bakın komşum… Ben…Şey…”
Adam ” At eti yiyoruz,” sözcüklerini duyar duymaz nutku tutulmuştu. Zira hiç beklemediği bu yanıtla “Mıh gibi” olduğu yere çakılı kalmıştı!
Komşusu sözlerini sürdürdü:
“Çalıştığım fabrika iflas etti. Bizlere tazminat verip işten çıkarttılar. Verdikleri tazminat bizi üç ay idare etti. Ailem hala bilmiyor. İş için çalmadığım kapı kalmadı…Her akşam işten aynı saatte dönüyormuş gibi eve geliyorum.
“…Sabah işe giderken çocuklara ‘Akşama benden ne istersiniz?’ sorusunu sorardım. Artık soramaz oldum. Ama yavrularım tam bir hafta benden ‘Baba canımız et çekti. Komşular mangal yapıp duruyorlar. Akşama gelirken bize et getirsene…’ diye ısrarla başımın etini yediler…
Gözleri de kızarmıştı. Başını öne eğdi komşusu.
Bu kez de ondan et isteyen adam utandı…Utandı…’Yer yarılsaydı keşke de içine saklansaydım, ‘ diye geçirdi içinden…
Komşusunun nemli bakışlarını gördüğünü belli etmemek için… Sadece fısıldadı…
“Anlıyorum sizi… Bilmiyordum. Çok üzüldüm.”
Anlaşılmanın verdiği cesaretle komşusu sözlerini sürdürdü:
“Dün otobüsle giderken at ölüsü görmüştüm. Havanın kararmasını bekledim. Kimse beni bir at leşini keserken görmesin, diye… İşte … Demem o ki… Bizim yediğimiz et size göre değil komşum. Kusura kalma, e mi..!”
.
Adam ne diyeceğini bilememişti. Özür dileyerek oradan ayrıldı. Eşi iştahla onu evinde bekliyordu. Elinin boş olduğunu görünce üzüntüyle “Sen gittiğinde etlerini yemişlerdi, değil mi? Tahmin etmiştim…” Diye yüzünü kıruştırdı. Adam çaresizce gerçeği eşine anlatır anlatmaz zaten olan olmuştu. Gebe eşinin midesi bulanmıştı. Doğru banyoya koştu kadın. Geri döndüğünde aşermesi zaten geçmişti.
.
Karı koca o gece sabahı dar etmişlerdi. Geceden aralarında konuşup karar vermişlerdi. Komşuları açken onlar;
“Nasıl hacı olabilirlerdi ki?”
Kararları kesindi. Hacca gitmeyeceklerdi. İptal ettiler yolculuklarını. Valizlerini gerisin geriye boşalttılar. Hac paralarını bir zarf içine koyup komşularına verdiler.
.
Bir ay sonra…
Olağanüstü bir durum gelişmişti.
Bir ay önce Arabistan’a giden hacılar tek tek hacca gitmeyen o karı kocanın kapısını çalıp duruyorlardı. Nedeniyse daha da ilginçti.
Her bir hacı aynı rüyayı gördüklerini söylüyorlardı. Gördükleri rüya aynen şöyleydi:
… Ak sakallı bir derviş rüyalarına girmiş :Rüyayı gören hacıya ‘Bu sene sadece iki kişinin hacılığı kabul oldu. Eğer onları bulup dualarını alırsanız sizlerin de hacılığını Rab kabul edecektir.’ demiş.
Ve derviş elinde tuttuğu fotoğrafı her rüya sahibine göstermiş. Sonra da karı kocanın nerede yaşadığını tarif etmiş…
.
Annem bu hikayeyi anlattıktan sonra kızarmış gözlerimize bakarak gerçek hacı nasıl olurmuş sorusunun yanıtını da bize öğretmişti.
Yıllar sonra yaşlanan annem artık yürüyemiyordu. Onu İstanbul’dan alıp yaşadığım Edremit’e taşıdım.
Her Kurban Bayramı geldiğinde annem kurban bağışını, yurtdışındaki Müslüman ülkelere gönderirdi. İstanbul’daki komşuları bilirdi annemin kurban kesmediğini.
Edremit’e taşınınca komşularını da özler olmuştu kadıncağız. Ara ara yaşlı insanları bulup anneme getirirdim. Arkadaşsız kalmasın, diye …
Yıl 2012…
Yine bir Kurban Bayramı’nda Körfezde bir tatlı telaş başlamıştı. Durumu iyi kişiler, kurban kesip bahçesinde mangal yapıyorlardı. Havaya yayılan mis gibi kızarmış et kokusu, annemin iştahını kabartmıştı. Her bayram et yemeye alışmış kadın, sanki aş eriyordu.
Ben yarı otoburdum. Ara ara balık yerdim, o kadar.
Ama annem uzun yıllar demir eksikliği tedavisi olmaktaydı. Anemisi vardı.(kansızlık)
O yıl komşularımız bizim için, ‘Nasılsa kesmişlerdir,’ diye düşünmüş olmalılar ki kapımızı çalıp et getirmemişlerdi.
Hemen koşturdum marketlere . Raflarda değil et, kıyma dahi yoktu!
Ee, bayramın ilk günleri kasapların kapalı oluşunu da hesap etmemiştim.
Ne’olcak şimdi?
Eh ne yapalım ? Demokraside çareler tükenmezmiş.
Kısacası, annemin yukarıdaki hikayesi aklıma gelince ‘ Gel anne şöyle bir dolaşalım seninle. Belki bir yerden et buluruz ‘ der demez kadıncağız, ” Hadi gidek kızım.” Diyerek yola koyulduk.
Altınkum sahilinde bir çay bahçesi vardı. Ayaklarından sıkıntılı annemi o çay bahçesinin arkasından kestirme götüreyim, dedim. Koluna girip giderken sanki bir mucizeyle karşılaşmıştık..!
Çay bahçesinin sahibi kurban kesmekteydi. Birkaç Romen et alma sırasına bile girmişti.
İnanın, o günü asla unutamam.
Unutmam da mümkün değil.
Çünkü o gün annem için, hiç çekinmeden, utanmadan ben de et almak için o sıraya girmiştim..!
Emine Pişiren/Akçay