21.yüzyılın yaşadığımız bölümünü neredeyse sadece bir partinin iktidarında geçirdik. 2002 yılından beri bir partinin yönetimi, 16 Nisan 2017’de kabul edilen, 9 Temmuz 2018’de uygulamaya başlanan Türk Tipi Başkanlık Sistemi dediğimiz rejim değişikliği dahil. Güçlü bir iktidar. Büyük sloganlar ve hedefleri olan bu yönetimle geldiğimiz nokta maalesef çok farklı. Çok inandığım, her zaman söylediğim fikrimi tekrarlamak istiyorum. Bir ülkede Sağlık ve Eğitim, Devlet Politikası olmak zorundadır. Hükümetler ülkenin değişen ihtiyaçları, çağın gerekleri ile sadece revize etmelidir. Ülkenin her alanda gelişmesi, üretken bireylerden oluşan toplumla olur. Bireyin üretken olabilmesi için, her anlamda sağlıklı ve eğitimli olması şarttır.
Biz ise Eğitim Sistemimizi, oluşturulan politikalarla sayısını unuttuğum kadar, defalarca değiştirdik. Neredeyse her Millî Eğitim Bakanı dönemi değişimler oldu. Okula başlama yaşından müfredata, eğitim süresinden sınavlara kadar devamlı değişti. Tüm bu yapılan değişikliklerin ortak özelliği; bilimden uzak, araştırma inceleme yapılmadan, başta ilgili STK’lar olmak üzere hiçbir uzman görüşüne başvurulmadan yapılması. Deneme Yanılma yolu izlenmesi ilk ve ortaöğretimi kargaşa ve keşmekeşliğe sürükledi. Eğitim kalitesi düştü. Diğer yandan, Sınavsız Üniversite/ Herkes Üniversite mezunu olacak sloganlarıyla onlarca üniversite açıldı. Yine aynı özelliklerle aynı mantıkla, hesapsız kitapsız, öğretim kadrosu oluşturulmadan, ülkenin ihtiyaçları belirlenmeden. Yâni şu meslekten bugün, 5 yıl, 10 yıl, 20 yıl sonra ne kadar insana ihtiyaç var ya da olacak? Önümüzdeki 10 yılda dünya konjonktürüne göre önem kazanacak meslekler, öne çıkacak sektörler…vb gibi projeksiyonlar yapılmadan. Bilimsel tüm verilerden altyapıdan uzak. Sonra da Üniversiteler özerkliğini yitirdi.
Öte yandan, işe alımlarda “torpil” dediğimiz kayırma sistemi büyüdü. İktidar partisinde görevli, üye, seçmen olmak kriter oldu. Liyakat ve hak edene bakılmaksızın oluşturulan kadrolar, kendi alt kadrolarını oluşturdu. Hak gaspları yaşanmaya başladı. Hatta bizim sonradan duyduğumuz bir dönem beraber yürünen şimdilerde terör örgütü olan bir tarikat yapılanmasına mensup kişilerin, sınav sorularını çalmasına, kendi kadrosunu oluşturmasına göz yumulduğunu öğrendik. Bu liyakatsiz, haksız göreve gelmelerin artmasıyla etik yapı kayboldu ve bu kişilerin büyük bir cüretle yaptığı açıklamaları dinler olduk. Türkiye’nin en önemli üniversitelerinden birine tüm karşı çıkmalara rağmen atanan Rektör, tezinde intihal yaptığını rahatça beyan edebildi. Milli sporcu olan biri sahte diploması için yargılanırken hâkime, “yolda yürürken tanımadığım bir kişi verdi” diyebilirken, bir bankanın yönetim kurulu üyeliğine atandığında “ben bu işten ne anlarım, benim haddim değil” diyemedi. Çift üniversite diplomalı, doktora sahibi gençlerin iş bulamadıkları için işportacılık, pazarcılık yaptığını, iktidar partisinde bir milletvekilinin danışmanı olduğunu söyleyen, ortaokul mezunu büro elemanının sahip olduğu büyük servetini, yaşadığı şatafatlı ve çarpık hayatını gördük. KPSS, ALES gibi sınavlardan yüksek puan alanların değil de düşük puan alan ama torpilli olanların işe alındıklarını okuduk. Her alanda kalibrasyondan uzak bir düzen.
Eğitim Politikalarının yanlışlığı, çağdaşlıktan, verimlilikten uzak olması, ülkeyi her alanda üretimden uzak bir noktaya getirdi. Bilimden sanata üretemeyen bir toplum.
Maalesef yönetimin amacı, hedefi hiçbir zaman gerçek anlamda cahilliği dolayısıyla yoksulluğu yok etmek olmadı. Hep istenen, yapılan, yapılmakta olan cahilliğin ve yoksulluğun yönetimi.
Şimdi geldiğimiz noktada biz; milyonlarca üniversite mezunu, yetersizlikle suçlanan, işsiz, %80’nin gelecekten umudunun olmadığı, mutsuz, %75’nin yurtdışında yaşamak istediği, ülkemizin geleceği genç nüfusa sahibiz. Durum böyleyken soruyorum…
Kalifikasyon eksikliği kimde?