İLK BAKIŞTA AŞK
O zamanlar Kuşadası halkının; Aile Çay Bahçesinde oturmak, Küçükada
(Güvercinada) yolunda ya da Selçuk doğrultusunda sahil boyu gezinmek, sahil gazinolarında meşrubat içmek, akşamları yazlık sinemalara gitmek, Kasım Yaman Parkı’ndaki banklarda dinlenmek, konu komşu toplu halde piknik yapmak en başta gelen eğlenceleriydi. Sahilde yazlık Doğan Sineması, Ilık Sineması vardı. Gün içinde tarla işleriyle meşgul olan halk, akşamüstü soluğu deniz kenarında alırdı. Genç kızlar, annelerini ikna eder, ev-bağ- bahçe-tarla işlerini bitirir bitirmez sahil boyunda dolanmak isterdi. Belki de gözlerinin kestirdiği gençleri görmek arzusu ya da bir güzeli görmek, birine sevdalanmak tutkusuydu. Ya da hiçbiri. Yıkanıp en güzel giysilerini giyip sahile inmek, denizin iyot kokusunu içine çekerek dolanmaktı belki de.
Kuşadası’na hoyrat ellerin değmediği yıllar geride kaldı. Şehrin sahil kıyılarını beton binalar istila etti. Sahil boyu mavi ile yeşilin buluşmasını ve tertemiz masmavi sularıyla gönüllere taht kuran deniz havasını ciğerlerine çekmenin tadını bilenler, artık son demlerini yaşıyorlar. Gün gelecek bunu dile getirecek tek bir can bile kalmayacak. Belki de sadece şiirlerde, romanlarda okunacak Kuşadası tüm güzellikleriyle. Kitaplardan okumak, fotoğraflara bakmak; hiç yaşamak kadar canlı kanlı olabilir mi? Neyse, insanoğlu böyle işte! Doğanın kıymetini ve hikmetlerini bilip görmekte hep geç kalıyor.
Altmışlı yılların ortalarında Kuşadası limanına bitişik, şimdilerde Bülent Ecevit Parkı olan yerde Aile Çay Bahçesi yapıldı. Çocuklar için özel kukla oynatılırdı. Bu yüzden de Aile Çay Bahçesi ailelerin en çok geldiği yer olmuştu. Kukla başlar başlamaz çocuklar ön tarafta toplanır, pür dikkat oyunu izlerdi. Cıvıl cıvıl çocuklarla dolar taşardı çay bahçesi.
Sahil boyunda köfte, mısır, fındık fıstık, susamlı şeker, macun satanlar olurdu. Şimdilerde mısır, pamuk şeker, fıstık, Şam tatlısı satanlar yine var. Fakat o yıllarda şimdiki kadar donanımlı değildi seyyar satıcılar. Örneğin mısır satanların, mısır çuvalları yan tarafta yığılı ve dolu olarak bekler, birisi mısır soyar, diğeri mangalda mısırları közlerdi. Tüplü ocağın üzerinde büyük bir kazan ve içinde kaynayan mısırlar olurdu. Mısırlar satıldıkça yenisi eklenirdi kaynayan suya ya da mangalın üstüne. El ayak kesilmeden düzen toplanmaz, son bir müşteri gelir belki diye beklenirdi.
Denizin çarşaf gibi serildiği, sahilin hıncahınç insanlarla dopdolu olduğu bir pazar günüydü. Çay Bahçesi’nin bitiminde, onun devamı olan Küçükada yolunun başında, deniz kenarında, Gültekin ve annesi, sabahın erken saatlerinde mısır tezgâhını kurmuş, gün içinde her türlü hazırlıklarını bitirmiş ve satışa başlamışlardı. Öğleden sonra kalabalıklaşan sahilde mısır almak için sıraya girenlerin sayısı oldukça fazlaydı. Gültekin:
– Süt mısır! taze mısır!
– Anne, canım istedi. Baksana, gerçekten süt mısır. Haydi lütfen, biz de alalım.
– Üç tane veriver oğlum.
– Kaynamış mı? Közde mi teyzeciğim?
– Benimki kaynamış olsun,
Bir an iki genç göz göze geldiler. Bakıştılar. Nasıl bir bakış ve dalıştı bu bilemediler. Unuttular etraftakileri. Duymadılar denilenleri. Bir sevdadır aktı iki yüreğin derinlerine…
– Hatice Hanım, kolay gelsin. Allah bereketini versin. Haydi Gönül, geç kalmayalım. Baban çoktan gelmiştir alandan(tarladan).
İstersen davul çal! Duyar mı Gönül? O, Gültekin’in kahverengi gözlerinde kalmıştı. Gültekin de Gönül’ün ela gözlerindeki albeniye takılmıştı. Bir çırpıda olanlar olmuştu. İki gönül, iki çift gözün bakışlarında kilitlenmişti birbirine.
Anneler sezer gibi oldular, oldular da konduramadılar. Annesi; ” Hadi ama, eve geç kalacağız.” diye tekrarlayınca, baktı çare yok, girdi annesinin koluna ve Kazım Usta Restoran’ın olduğu tarafa doğru yürüdüler ana kız.
Gültekin biraz sonra, “Annem, yarım saatlik bir işim var. Hemen geleceğim. Merak etme sakın, olur mu?” dedi ve annesinin yanıtını dinlemeden fırıldak gibi fırladı, koşar adımlarla uzaklaştı. Gönül ile annesinin gittiği yönü takip etmişti. Devam ederse kesinlikle bulurdu. Öyle de oldu. Kale kapısına giden yola doğru gidiyorlardı. Takip etmeye devam etti. “Takip ettiğimi gördü mü acaba?” diye düşündü. A! evet evet, gördü onu. Karanlıkta gülümsediğini görür gibi oldu Gönül’ün. “Sevincinden annesine sarıldı.” diye düşündü Gültekin. Annesi ise olanlardan habersizdi. O da kızına ana sıcaklığıyla sıkıca sarıldı.
Sadrazam Öküz Mehmet Paşa tarafından 1618 yılında yaptırılan Kervansaray’ın önünden geçtiler. Merkez çarşıya saptılar. Şimdiki Barbaros Bulvarını geçip Kale Kapısına yaklaşınca sağ tarafa, Akdeniz Oteli’nin olduğu yöne döndüler. Otelin sol tarafındaki Yıldırım Caddesine girdiler. Birinci Barlar Sokağını geçince eskiden Katırcılar Sokağı ama şimdi Zafer Sokak olan sokağa girip sonuna kadar yürüdüler. Gönül kaçamak bakıverdi yine arkasına. Saçlarını düzeltir gibi yapıyor, annesi durumu sezinlemesin istiyordu. Geliyordu arkalarından! Kalbi daha da hızlandı, nefes almaları sıklaştı. Sokağın sonunda sağa döndüler, dik yokuşlu ve dar Sarı Sokak’ın sonuna doğru yaklaşınca bir kapının önünde durdular. ”Tamam! İşte burası evleri!” diye sevindi Gültekin. Gönül, annesi sokak kapısının kilidini açarken, ayakkabısını düzeltir gibi yaptı, eğildi ve annesine belli etmeden arkaya baktı. Gültekin’in eve girdiklerini görünce içi rahatladı. Annesinin arkasından avluya girdi sonra. Hızlı adımlarla merdiveni ikişer atlayarak üst kata çıktı, odasına girdi. Gültekin’in geri dönüşünü penceresinden sessizce ve saklanarak izledi. Sonra geceliğini giydi, yatağına uzandı. Gözlerine bir türlü uyku girmiyordu. Sabahı bekliyordu heyecanla. Gün boyu pencerede bekleyecekti. Ah bir sabah olsa, Gültekin de evlerinin önünden geçse! Umutla yastığa sarıldı. Gözlerini tavana dikti. Uzun, iri dalgalı, kahverengi saçlarını tek örgü yaptı, terleyen boynunu, göğsünü havluyla sildi. Basma geceliği ve iç çamaşırları ıslanmıştı. Sandıktan yenilerini çıkardı. Uzun, ince ve bembeyaz bacakları titriyordu. Tanımlayamadığı bu ter, göğsünün tam orta kısmındaki daralma, bacaklarından kollarına ve el parmaklarına kadar yaşadığı titreme, bir türlü kapanmak bilmeyen gözleri ve geçmek bilmeyen dakikalar… Bu nasıl bir işti, anlayamadı. Yanıyordu göğsünün ortası ve bu yangının biteceğe benzer bir yanı da yoktu. Göz kapaklarının ağırlaştığını anladığında sabah ezanı okunuyordu.
Sabahleyin, annesi uyanmadan ev işlerini bitirdi. Babasını tarlaya uğurladı. Kaçamak bakışlarla gün boyu pencere önündeki sedirde oturdu. Annesi anlamasın diye elindeki kanaviçe işlemesini sürekli işledi. Beklediğinin farkına varılmasını istemiyordu. Kanaviçenin güllerine içindeki sevdayı işler gibiydi. İğnenin her batıp çıkışı yüreğini deliyordu. Zaman bir türlü geçmek bilmiyordu… Nihayet kulağına ayak sesleri gelmeye başladı. İçindeki ses onun gelişini fısıldıyordu. Kendisini göstermeden baktı pencereden. Evet evet! O geliyordu. Kara kaşlı, boyu boyuna uyan, yaşı yaşını tutan genç. Bir eline bir de ona baktı. Elindeki nişan yüzüğüne hiç aldırmıyordu. Babası sormamıştı bile verirken. Kendisinden yirmi yaş büyük birine nişanlamıştı onu. Ne olursa olsun, severek evlenecekti. Sevdiği de vardı şimdi. Hiçbir şey umurunda değildi. Anlamıştı; o da onu seviyordu ve anlaşıp kaçacaktı. Birlikte kuracakları yuvayı düşüne düşüne uyukladı. Pencerenin önünde, henüz on sekisine yeni basmış bir genç kızın hayalleriyle sarıldı yastığa ve oracıkta dirliksiz bir gecenin yorgunluğuyla uyuyakaldı…
Gazinoda güler yüzlülüğü ve temiz iş yapması ile tanınmıştı Gültekin. Bir de güzel sesiyle. Altmışlı yılların en meşhur şarkılarını, türkülerini mırıldanırdı iş yaparken. Boş kaldığı zamanlarda tuttururdu bir türkü, ta sevdiğinin saçlarına uzanırdı sesi. Oturduğu yerde; sevdiğinin beline inmiş sarı saçları, alımlı endamı dolanırdı türküsünün, şarkısının dizelerinde. Gözleri ela gözlerle birleşir, vücudu tanımsız bir hasretin ateşiyle yanıp tutuşurdu. Bıkmadan usanmadan o yokuşu tırmanıyordu Gültekin. Gönül ise kimseye sezdirmeden onun geçeceği saati gözlüyordu. Ev işlerini çarçabuk bitirip pencere kenarındaki sedire oturuyor; başlıyordu çeyizini işlemeye. Anneciği ne bilsin? Düğün için hazırlanıyor sanıyordu.
Gönül, Gültekin’in bir bakışı için saatlerce bekliyordu. Bir an da olsa karşıdan karşıya birleşen bakışlar yüreğine su serpiyor ve ardından ertesi günü aynı saatin gelmesini iple çekmeye başlıyordu. Gültekin ise daha neşeli, annesiyle birlikte mısırları satarken sabırlı ve arada sırada en son öğrendiği türküleri şarkıları döktürüyordu pür neşe… Umurunda değildi dünya! Aklı fikri Gönül’ün yüreğine yansımış gözlerindeydi. O da onu göreceği saatin gelmesini beklerken son hızla durmadan çalışıyordu.
Günler ayları kovaladı, bu iki gencin yangını gün geçtikçe alevlendi, tutuştu. Artık sabrı kalmamıştı Gültekin’in. Çok düşündü. Evlenecek, buralarda kalacaktı. Gönül’ü ona yeterdi. Unuttu İstanbul’u. Sönükleşti hayalleri. Bu nasıl bir şeydi anlayamıyordu. Tek istediği sadece Gönül ve onunla birlikte kuracağı yuvaydı. Şarkılar, türküler hep Gönül içindi. Aldığı nefes, içtiği su, yürüdüğü sokaklar hep ama hep Gönül için vardı. Tanımlayamadığı bir tutkuydu bu. Varsa yoksa sadece Gönül! Dayanamadı bir gün:
– Annem, ben evlenmek istiyorum.
– Aman ne iyi! Gözünü tutan biri var mı oğlum?
– Evet var annem. Sana gösteririm.
Akşama yine mısır satmak için deniz kenarına indiler. Gültekin çok heyecanlıydı. Kabına sığmıyordu. Sevinçten uçacak gibiydi. Mısırlar satıldı. Annesine:
– Annem, eve birlikte gidelim bugün.
– Neden? Arkadaşların beklemiyor mu?
– Yok annem. İstediğim kızın evinin önünden geçireceğim seni. O kızı ailesinden ister misin? Babam ne der? Onlar da fakir. Babası belki verir. Ortaokul tahsilliyim ya! Bir iş bulurum kendime. Hepimiz geçinir gideriz.
– Neden olmasın canım oğlum? Tamam, haydi, düş önüme.
– Yaklaştık anneciğim. Yavaş yavaş yürüyelim. Sevdiğim kız beni pencerede bekliyor.
– Bu ev mi? Olmaz! Katiyen olmaz!
– Neden annem? Neden?
– Eve varınca derim. Şimdi belli etmeden yürüyüp gidelim buradan.
Gültekin, şaşkına dönmüştü. Eve gelinceye kadar hiç konuşmadılar. Sokak kapısından içeri girer girmez annesine tekrar sordu:
– Neden annem? Neden o kız olmaz?
– Kız nişanlı canım oğlum!
– Ne? Nasıl olur? Ben onu her gün görmeye gidiyorum. O da beni bekliyor. Birbirimizi seviyoruz.
– Hem komşumuzun oğlunun nişanlısı. Olmaz! Olmaz! Uzak dur o kızdan! o Erdal ağabeyinin nişanlısı!
– Ama anne!..
– İnsan komşusunun namusuna göz diker mi evladım?
– Bilmiyordum ki? Sevdim, sevdi… Ben onu nasıl unuturum annem?
– Orasını bilmem. Kimse duymasın sakın! Uzak dur oralardan! Aman komşular duymasın! Namusumuz, şerefimiz beş paralık olur.
Gültekin’in dünyası başına yıkılmıştı. Yer yarılsa içine girecekti. Haklıydı tabi annesi. Her gün yüz yüze baktığı komşularının yüzüne nasıl bakardı? Kendini toplayıp toparlamalı, uzak durmalıydı gönlünün Gönül’ünden.