Kıyısına vuruyordu insan ve en son vardığı da sarıldığı da kendisine oluyordu nedense.
Siyahla beyazın savaşında kirleniyordu beyaz yine de “sütten çıkaramıyorlardı beyazı.”
Okuduğu şiirin benim üzerimde yaratacağı etkiyi biliyordu! Sözlerinin melodisi kulaklarımı okşayıp ruhuma dokunuyordu içli sessizliği. Birbirimize değecek, birbirimizden geçecek kadar yakındık.
Uzak tutuyorduk yaralarımızı, birbirine sürtünüp çatlarsa kabuklarımız öleceğimizi biliyorduk.
Oysa o başını göğsüme yaslayıp saçlarını okşatmak istiyor, ben ise avuçlarından yeniden doğmak istiyordum. Ne o bana kıyabiliyordu ne de ben ona istediği şefkati gösterebiliyordum. Hücre hücre dökülüp hiçliğin avuçlarında açıyorduk acıyarak…
Her zaman yaptığımızı yapıp bahardan nem kapmadan kurumaya terkediyorduk içten içe tomurcuk veren arzularımızı.
Yağmurları seviyordu, ben ise korkuyordum karanlıktan. Söylenmemesi gereken sözler dilimizi ısırıyor, susuyorduk.
Sırtını dönmeden uzaklaşıp gittiğinde ardında bıraktığı gölgesi, varlığıyla beni tamamlayan görmezden geldiğim acılarımı hatırlatıyordu.
Geçmişe götürüyordu beni her çıkmaza düşmüşlüğüm gidenin ardından. Uçurum dayadığında boğazını boğazıma son bir çığlık ya annemi ya da babamı aratıyordu düşüşlerim bana. Uzakta olmanın verdiği çaresizlik değildi elbet. Yanlarında olsam dahi içimdeki tufan onların saçlarının bir telini bile savurmayacaktı, hissetirmeyecektim ölsem de. Bu çok acı da olsa arıyordum işte bir nefes kadar yakın, yanıbaşımda en sevdiklerimi.
sude nur haylazca




















