Cumhuriyetimizin 100. Yılı şenlikti bizler için. Cumhuriyete, demokrasiye sahip çıkan milyonlar sokaklarda, evlerde, her yerde ve bir aradaydı. Ne mutlu.
Bu kalabalıklar, bu sahipleniş, bu tutku her ana ve her alana yayılabilse keşke.
Oysa biliyorum ki hemen herkes bireysel yaşam kavgasına başladı yine.
Elimde Elif Şafak’ın İskender kitabı, kelimeler akıp gidiyor gözümün önünde. İstemsiz takılıyorum bir cümleye;
“Hapisteki bir adam, zaten geçmişe hapsolmuştur.”
Yaşadıklarımızı, hep geriye özlemle bakan gözleri, geçmişi diriltme çabalarını düşünüyorum. ”Ya biz?” diyorum sonra. Ya biz?
Geçmiş özlemi ile yanıp tutuşan, bugünlerde, yarınlarda dünleri yaşatmak isteyenler ne? Onlar da mı mahpustalar? Haydi bunlara gönüllü mahpusluk diyelim. Lakin neden seni beni de, gönüllü gönülsüz fark etmeksizin aynı mahpusluğa sokmak istiyorlar?
Peki toplumun çıkarına mı?
Eşitlikçi, adil, müreffeh bir gelecek ve toplum için çalışmak, üretmek, gelişmek, bunlar için kafa yormak yerine, eski toplumsal düzene nurlar yağdırılıp, cilalatıp parlatmak şimdilerde moda, hatta dayatma. Kaybedilen zamanınsa telafisi yok.
Ufak bir ara verelim şimdi. Dünlerin sayfasına bakın lütfen;
Toplumun tepesinde, topluma üstten bakan şükredilen sultanlar, eşrafları ve oraya buraya serpiştirilmiş, senin benim denetimimi sağlayan, sömürüye aracılık eden bir avuç azınlık. Bizler gibiler için ne eşitlik ne adalet, ne refah, ne huzur, ne de güvenlik bulabilirsiniz bu manzarada. Saltanatın iki dudağı arasındadır kaderler, kafeslerin arkasında kadınlar, yoksulluk içindeki, asıl üretici ve padişahın kulu/ kölesi köylüler.. Ya da hayatı bir aşiret reisinin keyfinde ve elinde insancıklar..
Hep yazılıp çizilen, öğretideki tarihin kronolojik kısmına veya ünlü şanlı zaferlere/ kahramanlarına, onların anlatılarına bakmayın lütfen. Sizin gibi insanların hayatına, toplumun tarihine, senin benim onun, hepimizin, yani sıradan olan atalarımızın yaşam dünyalarına bakın. Hatta mümkünse henüz hayatta olanlarla konuşun.
Bin bir güçlükle yaşanan, çoğu kez kaleme alınmayan, kitaba geçmeyen, sıradan nitelenip sıradan olmayan hayatları dinleyin. Gözünüzde canlandırın, hatta bir anlığına da olsa yaşayın. Asıl görmeniz ve bilmeniz gereken ama görünmeyen/gösterilmeyen/ perde arkasına sıkıştırılan sıradan insanı arayın o sahnelerde. Size sunulan şaşalı yaşantılar ardında, sessiz sinik, kaderciliğe mahkum insanlara bakın.
Özgürlüğe bakın mesela, bulabilecek misiniz bir köşede. İsmi de yok, kendisi de o dönemlerde. Kula kulluk etmelere bakın.
O dönemde söz söyleyebilir ve yazabilir misiniz öyle özgürce? Hoş zaten okuyucu ve okuyan bulabilir misiniz yazıp çizseniz de? İstibdat, jurnalcilik de olmazsa olmaz zaten. Yaşar gidersiniz kelle koltukta öylece.
Kimi için belki evin dört duvarı ve kapı önü, kimileri içinse köyünün sınırları kadardır dünya. Size izin verilen hadde kadardır bildikleriniz.
Siz bakın ve görün yine de;
Saraylarda sultanlar, eşrafı, ağalar paşalar debdebe içinde yaşarken, ev halkına yetsin/yetişsin diye kilitli tel dolaplarda yine ev halkından saklanan yiyecekler vardır mesela. İnsanların bir dilim ekmek için verdikleri mücadeleyi, sabahın alacasında başlayan emeğin, akşam karanlığında evlere çekilmesini görün.
Çoğu kez görücü usulü, gönüllü/ gönülsüz ve bir eşya gibi, telli duvaklı “alınan” ve “verilen” gelinleri görün mesela. Hatırlarım da, özenle aranıp bulunan kimi gelinler için; “Enine boyuna maşallah “ denirdi. İşe koşacak insan gerekli tabii. “İyisinden aldık iyi.”.
Bir anlığına kadın olduğunuzu, 4 kadınla evli kocanızı beklediğinizi düşünün mesela. Ya da hep birlikte aynı evde yaşadığınızı.
Mesela yine kadın olduğunuz için sokağa çıkmanızın, yürümenizin, sesinizin, gülmenizin toplumda ayıplandığını, bedeninizden, kendinizden utanmanız ve toplumdan saklanmanız gerektiğini düşünün. Erkek çocuk doğurmak varken, kız çocuk doğurduğu için eksik gibi nitelenen kadını ve o baştan “suçlu” doğan kızları.
Çoğu zaman okumayan/okutulmayan, ekmek almak için bile sokağa çıkmayan, sosyal güvencesi olmayan, toplumdaki “ örnek kadınlık, örnek zevcelik” öğretisi ile donatılmış, güçsüzleştirilmiş/ güçsüz hissettirilmiş ev emekçisi kadınlarımızın eşlerinin vefatı veya terk etmeleri sonrasındaki yaşamlarını düşünün sonra. Sudan çıkmış balık gibi. Cevap hazırdır herhalde; “Bir erkek olmalı başında” öyle değil mi?
Koca eline bakmak zorunda kalan, – çünkü düstur; kadının yeri evidir, dışarıda çalışmaz – dövse de, sövse de, öldürse de ses çıkaramayan, günün 24 saati ağır mesaide, ezik ve çaresiz kadına bakın.
Erkek kullarda şehvet uyandırmasın diye kadını çarşafa dolamak da var bu sayfalarda. Evet, resmen kadın çarşafa dolanmıştır bu toplumda. Saçı, kıyafeti, sesi vs her şeyi, yani neredeyse sadece kadın olması bile baştan çıkarabilir adamı ki haşa..
İnanç/ kutsiyet şemsiyesi altına ustaca sokuşturulan koca bir ataerki var dünlerde, maalesef kalmış “arkası yarın” gibi bugünlere. Erkeği sadece cinsellik düşünen bir yaratığa, kadını ise cinsel objeye indirgeyen ve kültürel ekimi bu şekilde yapan bir zihniyet göreceksiniz o perdede. Hak ediyor muyuz? Ne kadınımız, ne de erkeğimiz hak etmiyor bunu.
Sadece bu toplumsal prangalı kadına değil, omzuna “erkeklik” payesi asılmış, ev geçindirmek için, erkekliğe özgü atfedilen” güçlü” görünmek için hangi taklaları atacağını şaşıranlara, zorlananlara bakın. Bu etiketlemeler/ roller/ otomatik yüklemeler nedeniyle, eşitlikle ve birbirine saygı ile, sevgi ile, anlayışla, dayanışma ile bir arada olması gerekenlerin sadece bu etiketleme ve ayrıştırma sebebi ile ileteşememelerine, anlaşamamalarına, dayanaşamamalarına bakın.
Her tür din ve mezhebin, her tür insanın bulunduğu bu coğrafyada, iskan politikaları ile oradan oraya sürüklenen halkı görün mesela. Mesela aynı topraklarda yaşayıp, belki de komşunuz olan, herhangi bir cihetle (din, mezhep, ırk vs..) ötekileştirilen, ayrıştırılan, dışlanan insanlar ne olmuş, neden evlerinden barklarından, vatanlarından ayrılmışlar? Neredeler? Sorun lütfen.
Tanrı ayrım yapmaz kulları arasında. Ama siz dönün ve insanlara yapılan ayrıma bakın. Sonra düşünün..
Bunlar ilk aklıma gelenler. Çevirin sayfaları.. Çekinmeyin çevirin.. Bakmayın size sunulanlara. Yaşananlara bakın.
Siz ne Sultan Süleyman’sınız, ne de Hürrem. Belki sırtında çuvalıyla bir hamal, belki ineğiyle/öküzüyle tarla süren bir köylü, belki fabrikadaki işçi, belki ötekileştirilen öteki, belki tarlada doğum yapan bir ana, belki kafesin arkasındaki kadın, belki de okutulmayan ve 13 ünde veya 15 inde everilen kızsınız.
Peki sizce bunların hangisi adil, huzurlu, insan haklarına, doğaya, saygılı, eşitlikçi, özgürlükçü, müreffeh bir toplum için gerekli araçlar?
Cevap veriyorum; Meşhur ”E” şıkkı. Yani hiçbiri.
Muhakkak her toplumda benzerleri yaşanmıştır diyeceksiniz, doğrudur tabii. Refah içindeki, demokratik toplumların hangi birinde devam ediyor bunların benzerleri ve hangisinin geçmişte gözleri? Herkesin gözü ileride, yarışıyor birbiri ile..
Cumhuriyeti ve bizi koruyup kollayacak olan anayasa, yasalar ve yargı tarafsızlığı, hukuk, demokrasi..
Özgür basın, ifade özgürlüğü başta olmak üzere, partiler, STK’lar ise demokrasinin, özgürlüğün olmazsa olmazları. Cumhuriyete, özgürlüğe sahip çıkmak içinse öncelikle bunlara sahip çıkılmalı.
Hani ebeveynler bilirler. Çocuğunuzla tek başınaysanız ve işiniz varsa o esnada, verirsiniz çocuğun eline oyalanacak bir şey
– Ki bu günümüzde bilgisayar oyunu, TV vs –
Çocuk bir anlığına uyuşur, susar, oyalanır, bakakalır ona. Çocuk için kazanç değil kaybolan, ebeveyn için ise kazanılan zamanlardır bu zamanlar. Ebeveyn çocuk görmeden istediğini yapar.
Biz önümüze sunulanlarla oyalanıp zaman kaybederken birileri zaman kazanıyor ve bizi istemeden kendi hapishanelerine çekmek istiyor olabilir mi?
Gelelim baştaki güzel cümleye..
Eğer hapishanedekiler geçmişe hapsolanlar ise,
O zaman geçmişe hapsolanlar zaten hapiste değiller mi?
Bugünleri ve yarınları geçmişin toplumsal yapısında yeniden inşaya çalışanlar; kendi hapishanelerimizi özenle bizzat bize kurdurmaya çalışıyor olabilir mi?
O hapishaneler ki duvarları görülmez. Çünkü hepsi kafaların içinde. Mahpuslukların süresi ise ömür boyu olacak belki de.
Neden geçmişe hapsolmak zorundayız? Neden gönüllü girelim ki bu hapishanelere?
Bu toplumun, bizlerin ve en önemlisi geleceğin, çocuklarımızın suçu ne?
Cumhuriyetin kazanımlarıyla ileriye doğru yol almak varken, neden saplanıp kalalım ki geçmiş özlemlerine?
Özgür toplum ancak özgür basınla, özgür düşünce ile, ifade hürriyeti ile mümkün olabilir ve gazetecilik suç değildir diye bir hatırlatma yapalım son sözlerde.
Hepimiz ve herkes için; gözlerimizin de, düşüncelerimizin de, eylemlerimizin de hep ileriye dönük olması ve aydınlık, adil, eşitlikçi, huzurlu, barış içinde, güvenli müreffeh, özgür yarınlar dileğiyle.
Sevgi ve saygılarımla.