Oskar Wilde der ki:
“Hepimiz bir bataklıkta yaşıyoruz, fakat bazılarımız yıldızlara bakıyor.”
Bir etkinlik projemizi sunmak için İzmit’ten Kandıra Belediyesine gitmek için yola çıkmıştım.
1 saatlik uzaklıktaki ilçeye aktarmalı gitmek azaptı. Ayaklarım beni otogara götürdü. 15 dk sonra gelecek olan otobüsü beklemeye koyulmuştum.
Hava buz gibiydi. Martın ayazı kemiklerimi acıtıyordu. Hani kevgir deliklerinden akan soğuk sular gibi “nokta nokta” parmak uçlarımı sızlatıyordu. Gözüm otogarın dışındaydı.
Tam o sırada yanıma genç bir anneanne izin alarak oturdu.
Bir süre sonra onunla sohbete koyulduk. Aynı ilçede yaşıyorduk. Evlerimiz bile çok yakınmış birbirine.
Subay olan oğlu Kandıra Cezaevinde yatmaktaymış. Onu ziyarete gidiyormuş.
“Neden yatıyor?” Diye sorduğumda çekinceliydi bakışları.
” Terörden…” dedi.
Ardından;
“Ama suçsuz benim evlâdım. İnanın yok yere içeride yatıyor, 15 temmuzdan beri…”
Kadıncağızın kederli sözcükleri ana yüreğimi dağlamıştı.
“Allah kurtarsın!” Tesellisinden başka ne diyeceğimi bilemedim.
Zira günümüzde sapla saman birbirine karışmıştı. Kim suçlu, kim suçsuz bilinmiyordu.
Herkes potansiyel suçluydu sanki.
Adı Perihan’dı. Genç anneanne, o gün bana içini bir güzel dökmüştü.
2016 Temmuz ayının ilk günlerinde oğlu dünya evine girmiş. 16 Temmuz için 2 kişilik indirimli uçak bileti almış, güneye eşiyle balayı tatiline gidecekmiş.
Ama kader onlara o gün çelme takıp engel olmuştu.
Tam izine ayrılacağı günün öncesinde askeri darbe olmuştu.
Oğlu da o gün donanmada nöbetçiymiş. İki arkadaşı da ellerinde cep teli oyun oynuyormuş. Ne olduklarını anlamadan emniyet güçleri o gece 2 askeri tutuklamış.
Perihan Hanımın oğlu da koşmuş peşlerinden:
” Onlar suçsuz, yanımda oyun oynuyorlardı. Ben tanığım!”
Der demez emniyet güçleri;
” Öyle mi! Sende gel bakayım…” demişler ve o gün bugün oğlu hapis yatmaktaymış.
Yerel mahkeme suçlarını sabit bulmuş. Şimdi ömrü vefa eder mi, bilinmez uzun yıllar, yani müebbet yatacakmış oğlu.
Perihan Hanım, anlattıkça burgulu vidalar, sanki o an yüreğimi kıvırıp acıtıyordu. Her sözcüğü, ana yüreğime değiyordu.
Anlatırken bile gök mavisi bakışlarına keder çökmüştü.
” Maaşı kesildi. Evi kira. Üstelik çocuğu da oldu. Kızımın üzüntüden sütü de kesildi. Şimdi yavrumun ne gıdasına, ne de bezlerine para yetiştiremiyoruz…”
Ağzım bir karış açık kalmıştı! Yeni dünya evine girmiş bir gelin ne zaman gebe kaldı, ne zaman ve hangi arada doğum yapmıştı?
” Ne, bir de çocuğu mu var? Ama bu nasıl, ne arada oldu?”
” Onlara daha önceden nikah yapmıştık. Düğün sembolik olmuştu.”
“Anladım. Adı nedir?”
“Nehir”
” Allah analı babalı büyütsün inşallah..!”
” İnşallah diyoruz da bakalım, içeriden çıkacak mı?..”
” Allah büyük!”
“.Oğlunuzun maaşının kesildiğini söylediniz. Peki gelinle torununuza kim bakıyor, nasıl geçiniyorlar?”
” Eşim taksilerde ikinci iş yapıyor, eşyalarının borcunu ödüyor. Kah bizde kah annelerinde kalıyorlar. Gelirleri yok. Sosyal hizmetin verdiği çocuğun bezine gidiyor. İş arıyor, bulamıyor. Eh elde avuçta var olanı paylaşıyoruz. Ne yapalım ölsünler mi? Onlar bizim canımız ya, canımız…”
Asıl yara kabuğunu kaldırdığımda duyduklarımla, gördüklerim beni dumura uğratmıştı.
Otobüsümüz gelmişti. Perihan Hanımla aynı sıraya oturmuştuk. Bana torununun resmini gösterince gözyaşlarım iki nehir gibi yanaklarımdam süzülüp çenemde kördüğüm olmuştu.
“…Bak işte bu benim biricik torunum teyzesi, babasını henüz tanımıyor! Geçen ay açık görüşte baba ile kızını 1 saat görüştürdüler. Ama çocuk onu yabancı gördü.”
O an öldüm sanki. Sordum:
“Neden babasını tanımıyor ki?”
“…Çocuk babayı hiç görmedi ki… Eksik büyüyor işte. Görünce de annesinin kucağına kaçıyor. Babası değil de bir yabancı yavrum yavruma…Ürküyor!..
“…Annesiyle ona baba sözcüğünü bir türlü öğretemedik. Ama dede, diyor. Anne, diyor.”
Eliyle göğsünü sıvazlayan elem yüklü kadını teselli edebilecek sözcükler ararken usumda; 2 gün önce TV de izlediğim bir şehit annesinin görüntüsü yuvarlanmıştı belleğimden.
” Perihan Hanımcığım, oğlunuzu Allah tez günde size ve yuvasına kavuştursun. Size üzülmeyin, beterin beteri var desem, biliyorum ki, acınız hafifletemem. Hatta, daha da artacaktır…
“…Lâkin, 2 gün önce bir şehit anasının oğlunun tabutuna sarılıp ağlayışı, var ya inanın yürekler acısıydı. Düşünün o anne ki, her gün oğlunun mezarına gidip kara toprağa sarılıyor…
“…Siz ki, her hafta oğlunuza gidip sarılıyor, onu kokluyorsunuz. Ya o annenin yerinde siz olsaydınız?
Kadının gözyaşları sel oldu sanki. Meğerse bilmeden can evinin penceresine değmişti sözlerim. Küçük oğlu bir motor kazasında ölmüştü. Bu nedenle hayatta ki, tek varlığı hapisteki oğluydu!..
Bu nasıl mantıktı yarabbim!
Keşke, hikayedeki o Hintli genç gibi bir kurtuluşu olsaydı.
Sizi daha fazla merakta bırakmadan hikaye ile anı yazımı noktalayalım o halde.
…
“… Vaktiyle Hindistan’da bir adam suçsuz yere idama mahkum edilmiş.
Hint kralı kararını okumayı bitirdiğinde, mahkum edilen genç adam söz aldı ve şöyle dedi:
“Majesteleri, siz bilge bir adamsınız ve tebanızın neler yapabildiğine, özel yeteneklerine önem verirsiniz. Gurulara, bilgelere, yılan oynatanlara ve Hint fakirlerine saygınız vardır. O zaman bir de şunu dinleyin; ben küçükken büyükbabam bana beyaz bir atı nasıl uçurabileceğimi öğretmişti. Bütün krallıkta bunu yapabilecek başka hiç kimse olmadığından, hayatımı bağışlamalısınız”
Kral bunun üzerine hemen bir beyaz at getirilmesini emretmiş:
“Bu hayvanla birlikte iki yıl geçirmem gerek” demiş genç adam.
“Peki iki yıl vaktin var” diye cevap vermiş Kral ve adama şüpheyle bakarak ekledi:
“Eğer bu at, süre sonunda uçmayı öğrenmezse asılacaksın!”
Adam büyük bir sevinçle atı alıp kralın huzurundan ayrılmış. Evine vardığında bütün ailesini gözyaşları içinde bulmuş.
“Sen deli misin? Hem ne zamandan beri bu ailede birileri bir ata uçmayı öğretiyor?”
“Endişelenmeyin” demiş genç adam;
“İlk olarak, şimdiye kadar hiç kimse bir ata uçmayı öğretmeyi denemedi, yani atın bunu öğrenip öğrenemeyeceğini daha bilmiyoruz.
İkinci olarak, kral zaten çok yaşlı ve önümüzdeki iki yıl içinde pekala ölebilir.
Üçüncü olarak da, iki yıl içinde at ölebilir ve yeni bir atı en baştan eğitmem için bana iki yıl daha verilir.
Bu arada yaşanabilecek ihtilalleri, hükümet darbelerini ve genel afları saymıyorum bile…
Tüm bu saydıklarımın hiçbiri olmaz ve herşey olduğu gibi kalırsa bile, sonuçta dilediğim gibi yaşayabileceğim iki yıl daha kazanmış olacağım. Sizce az mı?”
***
Hikaye burada bitiyor.
Benim aklım hala hapiste özgürlük hayallerine sarılmış o babada.
Küçük kız çocuğu baba kokusundan, sevgisinden mahrum büyüyor.
İleride baba-kız kayıp zamanlarını nasıl telafi edeceklerdi?
Ben böylesi düşüncelerle o gün eve geri dönerken; aklım o genç büyük_annenin gök mavisi bakışlarındaki hüzünlere takılı kalmıştı.
Aynı akşam, akşam yemeğimi yiyememiştim.
” Annesi, bak o senin baban kızım, dediğinde ise torunum babasından bir serçe gibi ürküyor!”
Boğazıma suyu çekilmiş ayva dilimleri gibi takılıp kalmıştı, o annenin sözcükleri…
EMİNE PİŞİREN/ KOCAELİ