Arendt felsefesinin temelinde kamusal alanın çöküşünden duyduğu kaygı vardır. Çünkü kamusal alanın çöküşü ve özel alan-kamusal alan ayrımının işlemez hale gelmesi eğilimleri bakımından totalitarizmin yükselişi tüm insanlığı tam bir kölelik durumuna mahkum etmiştir. Özellikle yalanla totalitarizm arasında kurulan bağlantı açısından Arendt’ten kalan miras oldukça çarpıcı ve öğreticidir. Ancak düşünürün ortaya koyduğu kavram setini sadece totalitarizm üzerine düşünmüş ve onu deneyimlemiş bir entelektüelin çözümlemesi olarak değerlendirmek yetersiz bir bakışta ısrar etmek anlamına gelir. Çünkü totalitarizm kavramı tedavülde kaldığı soğuk savaş koşullarında kapitalist kampla komünist kamp arasındaki derin ve kapsayıcı çatışmanın çok bilinen tartışma konularından birini karakterize etmiştir. Totalitarizm daha çok liberal kuramcılar tarafından kullanılan ve faşizm ile komünizmi aynı içerikle olumsuzlayan bir perspektifin ürünüdür. Arendt totalitarizm kavramının bu sorunlu siyasal yüküyle hiçbir zaman hesaplaşmaz. Ayrıca ekonomin siyaset üzerinde belirleyici konuma gelmesinden hemen tümüyle Marksizm’i sorumlu tutarak kapitalizmle-komünizm arasındaki büyük tartışmada tarafını kapitalizmden yana koyar. Bilindiği üzere düşünürler sadece söylediklerinden değil, aynı zamanda söylemediklerinden de sorumludur. Arendt hiçbir kuramcıyı Marx kadar eleştirmeyerek anti-Marksist blok içerisindeki ayrıcalıklı yerini alır. Kendisine akademik ününü getiren eserlerinin hemen tamamını Amerikan konformizminin sağladığı elverişli koşullarda kaleme alan düşünür kendisine kucak açan sisteme borcunu öder. Amerikan Devrimi Fransız Devrimi, kapitalizm ve liberalizm Marksizm kadar eleştirilmez. Marksizm karşısında konuşarak, kapitalizm karşısında ise susarak hakim yapının organik entelektüeli olarak iş görür.
Tabii Arendt düşüncesi sadece soğuk savaş koşullarını mümkün ve makul hale getiren seçici bir dilin felsefesi ifadesi değildir. Onda aynı zamanda modernitenin kazanımlarını yok sayan bir Yahudi karamsarlığından da izler vardır. Horkheimer, Adorno ve Bauman gibi düşünürlerde bir benzerine rastladığımız bu etnik algı modern olanı hemen her durumda olumsuz bir şeyin görünümü olarak sunar okuyucusuna. Mesela Arendt’in emperyalizm çağı diye adlandırdığı konjonktür aynı zamanda işçi ve kadın hareketlerinin atılım yaptığı ve çok sayıda insanın yeni haklara kavuştuğu bir özgürleşme dönemidir. Ama Arendt analizinde bu duruma yer vermez. Dahası Marksizm sadece ekonomi temelli siyaseti ön plana çıkarmamış, sayısı oldukça kalabalık kitleler için gündelik hayatta vereceği mücadeleyi motive eden bir unsur olarak iş görmüştür. Yasal ve yasa dışı sosyalizm mücadelesinin tarihsel yapıda sosyolojik açıdan yarattığı devasa dönüşüm karşısında Arendt’in emek eleştirisi cılız, yanlı ve eskitir. Moderni küçümseyen aynada Antik Yunan örneğinin bir karşı model olarak idealleştirilmesiyle birlikte Arendt’in felsefesi siyasal anlamda politik bir skandala dönüşür. Kölelerin çalışıp yurttaşların eylemde bulunduğu Yunan örneğine duyulan özlem Arendt düşüncesinin sınıfsal arka planının özeti gibi sonuç doğurur. Platon hangi nedenle demokrasiden ve ayaktakımından rahatsızlık duyuyorsa Arendt de aynı nedenle modern emek mücadelesinden rahatsız olur. Bir modernite ve Marksizm eleştirisi olarak Arendt felsefesi aristokratik Platon aklının 20. yüzyılda yeniden vücut bulmuş hali gibidir.