Memleketimden İnsan Manzaraları – 417
EN BÜYÜK ÖDÜL
Ağlasam kabahat
Gülsem kabahat
Giyinsem kabahat
Soyunsam kabahat!
Konuşsam kabahat
Yazsam kabahat
Hele hele düşünsem
Büyük kabahat!
Niçin kadın yarattın
Beni tanrım?
H.E.
1957-1958 ders yılının sonunda, Aksu Öğretmen Okulu 5. sınıf öğrencisi Hüseyin Erkan, birçok arkadaşıyla birlikte, son sınıfa geçmişti doğrudan. Yani bütünlemeye falan kalmadan…
Bu durumda bir ödülü hak etmiş oluyorduk; değil mi?
Bir gerçeği söyleyeyim mi ben size?
O yıllarda yalnız ben değil, nerdeyse köyde doğup büyümüş arkadaşlarımdan hiçbirimiz, sınıf geçince, “aferin”den başka ödül almayı bilmezdik. Ne bir kalem, ne bir kitap hediye eden olurdu; ne de bir çorap ya da mendil…
Saat, bisiklet, kravat, gömlek gibi şeyler aklımızın ucundan bile geçmezdi.
Ama güzel bir ödül verdi okul o yıl, sınıfça hepimize. Neydi bu ödül, bilir misiniz?
Yok, yok… Tahmin edemezsiniz. Ben söyleyeyim en iyisi:
Önceki yıllar, okul tatil olunca köyümüze giderdik ya… O yıl, mayıs sonunda okullar tatil oldu ama biz köyümüze gitmeyip yaz çalışmasına kaldık sınıfça.
“Yaz çalışması ne demek?” mi dediniz? Öyle ya nerden bileceksiniz!
Portakal, limon, mandalina ve greyfurt bahçesi vardı okulumuzun. Bakım istemez mi o bahçe? Tavuk, hindi, kaz, ördek vardı kümesimizde. Ya onlar? Onların canı yok muydu?
Sınıflarımız, yatakhanelerimiz ve yemekhanemizin boya ve badanaya ihtiyacı olmaz mıydı?
Tüm bunlardan yararlanan biz değil miydik?
Gerektiğinde tepe tepe kullan, yıprandıklarında, “Bana ne? Kim yaparsa yapsın.” demek yakışır mıydı; Aksu Köy Enstitüsü’nün devamı olan Aksu Öğretmen Okulu öğrencilerine?
Gerçekten de bunun bilincinde olan gençler olarak, geçen yıllarda olduğu gibi, o yıl da bir ödül olarak kabul ettik; bu “yaz çalışması”nı biz.
Önce bahçeleri belledik; ucu sivri küreklerle, tarım öğretmenimiz Ahmet Tuncer’in gözetiminde. Sonra, tarım derslerimizde yatakhanelerimizin karşısındaki yamaca diktiğimiz yüzlerce çam fidanını sulayıp çapaladık.
Badana ve boya yapmaya gelmişti sıra. İş bilgisi öğretmenlerimiz İzzet Karakurum ve Musa Okay’ın yardım ve yönlendirmeleriyle tüm dersliklerimizi ve yatakhanelerimizi yeniledik âdeta.
Bütün bir yıl kullandığımız o binaların emeğimiz sonucu tertemiz olduğunu görmenin mutluluğunu tattık bir kez daha. Keşke kasaba ve kentlerde yaşayan gençlerimize de yaptırsak bu tür işleri. Niçin yoksun bırakırız onları, bu mutluluktan?
Temizlik yapan insan, kirletmekten korkar. Başkalarının da kirletmesine göz yummaz; izin vermez. Sözgelişi ben, zamanında o tür işleri yaptığım için, çöp de atmam yere, çekirdek kabuğu da… Hele hele arabada giderken, yediğimiz portakal ve muz kabuklarını hiç mi hiç atamam; camdan dışarı.
İster arabada olsun, ister yaya… Sokağa, caddeye, otoyola içtiği sigara izmaritinden kola şişesine, yediği çikolatadan meyve kabuğuna, dahası burnunu sildiği kâğıt mendile varıncaya dek her türlü pisliği atanlara öyle üzülüyorum ki! Özellikle gençlerimizi suçlamıyorum; bu tür çirkin ve olumsuz davranışlarını görünce. Dahası onların anne ve babalarını da… Niçin mi?
Bir ülkede milli eğitim bakanı var, okullar var, öğretmen ve öğrenciler var ama eğitim yok ise, nasıl suçlanabilir, o ülkenin yurttaşları?
Ben, 1958 yazında hem o çalışmaları yaptım zevkle, hem de bir kitap okudum ki, “dünyam değişti” dersem, inanın. “Nasıl bir kitapmış bu arkadaş? Adı ne, yazarı kim?” dediğinizi duyar gibiyim. Söyleyeceğim, söyleyeceğim elbet:
Geçen haftalardaki söyleşilerimde kendisini niçin çok sevdiğimi anlattığım şair ve yazar Ziya Gökalp’in Türkçülüğün Esasları adlı eseri… Evet, o yaza kadar okuyamamıştım; merak ettiğim bu kitabı. Nedir, Türkçülüğün esasları? Öğrenmek istiyordum bunu. Okul kütüphanesinde vardı bu kitap. Gidip aldım. Başladım, boş zamanlarımda okumaya.
O güne dek okuduklarımdan çok farklı bir kitaptı bu. Öykü değildi, roman da… Şiir de değildi, masal da… Okudukça beni düşündürüyor, sanki beynimi açıp ulusal ve yaşamsal bilgiler yüklüyordu.
Okuduğum her satırı, her cümlesi benim de aynen kabul ettiğim, benim de candan yürekten onayladığım sözlerdi. Şiirlerinde anlaşılır bir Türkçe ile dile getirdiği duygu ve düşünceleri, bu kitabında verdiği güzel örneklerle kanıtlıyordu. İyi bir şair olduğu kadar, iyi bir yazardı da… Ezbere atıp tutmuyordu. Dilimizi de iyi biliyordu, tarihimizi de…
Yunan savaşı başlayınca Mehmet Emin Yurdakul, “Ben bir Türk’üm; dinim, cinsim uludur/Sînem, özüm ateş ile doludur” diye kükreyince, pek çok Türkçü gibi Gökalp’in de
beynine bir kıvılcım düşer.
Yukarıdaki dizeler söyleninceye dek, hiç kimse, “Ben bir Türk’üm” diyememiştir çünkü. Sözgelişi büyük vatan şairi Namık Kemal bile: “Osmanlılarız, ziynetimiz kanlı kefendir/Kavgada şehâdetle bütün kâm alırız biz/Osmanlılarız, can veririz, nâm alırız biz!” der ve şiirini aruz vezni ile yazar. Oysa M.E. Yurdakul, hem halkın diliyle hem de halk ozanlarımızın ve halkımızın sevdiği hece ölçüsüyle yazar. Gökalp de bu görüştedir. Yani:
“Biz Türk’üz. Dilimiz de Türkçe… Halkımız anlaşılır bir Türkçe ile konuştuğuna göre Arapça, Farsça, Türkçe karışımı Osmanlıca denen o yapay dille niçin konuşup yazacakmışız?” diye dünür.
Şiirinde olduğu gibi, bu eserinde de İstanbul halkının, özellikle de İstanbul hanımlarının konuşmasını örnek gösteriyordu.
Gökalp ve bu değerli kitaptan biraz daha söz etmek isterim size.
O yaz, en büyük ödül oldu; bu seçkin eseri okumak benim için.
Hüseyin Erkan
huseyinerkan@dilemyayinev.com.trh