Zeka, kurnazlık ve akıl ‘Hangimiz bu çölü çabuk aşarız?’ Diyerek aralarında tartışıyorlarmış. İş iyice inada binince başlamışlar yarışmaya.
Kurnazlık, ‘Arkadaşlar, eğer susarsanız; kuzey yönüne bakın, o yönde tatlı su pınarlarını göreceksiniz,’ diye yalan söylemiş, daha önce bir hurma ağacına bağlamış olduğu devesine varmış, adeta uçmuş çölde.
Zeka, ‘Nasılsa benim bacaklarım, onlardan daha uzun, bu yarışı mutlak kazanırım,’ Diyerek özgüvenini sarsmamış, koşmuş da koşmuş. Susayınca kuzeye doğru yürümüş.
Akıl, nasıl olsa ben her ikisinden daha akıllıyım. Bu yarışı mutlak kazanırım, diyerek çöle vurmuş ayaklarını. Ama susayınca, merakına yenik düşüp kuzeye doğru biraz yürümüş.
Tabi bu durumda kurnazlık uçmuş, zeka koşmuş, akıl da arkadan yürüyerek gelmiş.
Akıl, yaratıcının insana, doğaya vermiş olduğu en anlamlı, en kıymetli hediyesidir.
Ne yazık ki, insanoğlu çiğ süt emmişliğinin ardına saklanıp, eylemlerinde hep şiddeti ve hataları görebiliyoruz.
Oysa ki, hayvanlar da çiğ süt emmiyor mu?
Örneğin; Geyiklerle, kanguruların doğal yaşamını izlediğimizde ne kadar akılcı ve geleneksel olduklarına tanık olabiliriz.
Nasıl mı?
Geyikler bir aslan veya yırtıcı bir hatvan saldırısında yavrularından önce yaşlı ve hasta geyiklerini korurlar.
Bunu genç geyiklerin birarada gövde gösterileri ile gerçekleştirdiklerini belgeselde hayranlıkla izlemişimdir. Nedenini öğrendiğimde parmak ısırttıracak derecedeydi.
Meğerse o yaşlı geyikler sürünün en kıymetlileriymiş.
Nerede bir mera var, nerede su yatakları var, hangi yönden saldırı gelecek? En iyi onlar bilirmiş.
Eğer, göç ederlerken bir yaşlı geyik durdu mü, gözleri sabit tek bir yöne bakıyorsa, tüm sürü o yöne giderlermiş.
Kısacası aşırı saygılılarmış.
Avusturalya’da ise kanguru sürüsü tam zıddı bir eylemle sürüsünü ve neslini koruma tekniği ile korurmuş.
Yabani hayvan veya insanların saldırısında sürüdeki en zayıf ve güçsüz olan yere yatarmış. Böylece kendisini adak olarak sunar, sürüsüne kaçması için zaman kazandırırmış.
İnsan öyle mi?
Gerçekten nankör.
Gerçi bu sözcük Türkçe değil ama ağız alışmış bir kere.
“Nan” Farsça bir sözcüktür. Türkçe anlamı ekmektir.
Hani beslediğimiz büyüttüğümüz yavrumuz, biz yaşlanınca yüzümüze bakmaya sakınıyorlar. Milli bayram ve geleneksel kutlamalarda uygun tatil, bu fırsat kaçmaz, bahanesi ile şehirlerden bile uzaklaşıyorlar.
Hastalıklarında yalnız bırakılıyorlar. Yürümede, görmede güçlük çektiklerinde, hele bir de unutkanlık başladığında, doğruca huzurevlerinin yolunu tutturuyorlar.
Tabi son umutları olan taşınmaz mallarını da yavrularının üzerlerine geçirdikten sonra…
Tıpkı ölmeye bırakılan yaşlı yılkı atları gibi kendi hallerine bırakılıyorlar…
Sosyal çevremizde bu konuda çok dram yüklü hikayelere hepimiz tanık oluyoruz.
Akıl sonradan başa geliyor nedense. Ama iş işten geçiyor. Zira bir daha ne ana, ne baba diyeceği, o nesil toprak altına göç etmiş oluyor.
Aklıma gelmişken bir hikayeyi yazmak istiyorum:
Bir adamın yaşlı bir babası ve babasına bakmaktan bıkan bir de karısı varmış. Karısı kocasına:
” Bak, bey! Ya beni bırak, babanla kal, yahut babanı buradan uzaklaştır, beraber kalmaya devam edelim. Eğer sen babanla kalmayı tercih edeceksen, ben senden ayrılacağım!” Diye tehditler ediyordu.
Adamcağız ne yapacağını şaşırmış:
“Ne yapalım hanım, o benim babam, öldüreyim mi, ne yapabilirim onu? Biz bakmazsak ona bizden başka kim bakar?” dediyse de karısı isteğinde ısrar edip durmuş.
Adam en sonunda babasını götürüp dağa bırakmaya karar vermiş. Yanına oğlunu da alarak arabayı hazırladı. Babasına da:
“Baba, şöyle dağa doğru gitmek istemez misin? Biz torununla beraber oduna gidiyoruz, sen de gel,” demiş.
Ve bir yatak bir miktar da yiyecek içecek alıp dağın yolunu tutmuşlar.
Dağda ormanlığın içine doğru epey girmişlerdi. Getirdiği yatağı yere serip ihtiyar babasını üzerine yatırmış.
“Baba sen burada biraz istirahat et! Biz biraz odun yapıp gelelim,” dedikten sonra oradan ayrılmışlar.
Fakat odun falan yapmamışlardı. Babasını dağa bırakmanın üzüntüsü içinde evin yolunu tuttular.
Yolda adamın oğlu:
“Dedemi almayacak mıyız baba? diye sorunca,”
“Dedeni oraya bıraktık. Artık o ihtiyar olduğundan orada kalacak. Biz eve gidelim, dediyse de torun ısrar etmiş:
“Ben dedemi isterim…” diye.
En sonunda babasına söz dinletemediğini anlayan çocuk:
“Baba, sen ihtiyarladığında ben de seni buraya mı getirip tek başına bırakacağım?”
Sonunda kendinin de başına gelecekleri düşününce gidip dağa terkettiği babasını almaya karar vermiş.
Dağda yapa yalnız kalmış, kurtların, kuşların kendini parçalama zamanının geldiğini düşünen ve elinden de hiçbir şey gelmeyen ihtiyar, kendisini almak için yoldan geri dönen oğluna:
“Geleceğini biliyordum evlâdım.”
Oğul üzgün ve mahcup:
“Nasıl biliyordun baba?”
“Sen beni dağa bırakıp gidemezdin. Çünkü ben babamı dağa bırakmadım. Ona ölünceye kadar hizmet etmiştim,” demiş.
…
Evet, geldik bugünlük de yazımın sonuna.
Bir ana, bir baba o evin kapısından çıktı mı, bir daha asla geri gelmeyecektir. Şu hayatta ana da, baba da bir tanedir.
Ama eş…öyle çok ki…
Büyüklerimizin kıymetini bilelim; tıpkı o geyikler gibi, tıpkı onların bebeklik ve çocukluk yıllarımızda bize sahip çıktıklarsa; bizler de onları kıymetli bir hazine gibi koruyup, gözetelim…
Kimi kurnaz ve zeki geçinenlere inat aklımızı ardımızda bırakmayalım.
Emine Pişiren / Kocaeli