Giyeceklerden oluşan insan hayvan karışımı korkuluğu gördüğümüzde olduğu tarafa gitmiyorduk. Atın kafası insan gövdesine oturtulmuştu. Göz çukurlarına el fenerinin camı takılmış ve boğazında büyük bir kelek asılmıştı. Kolları yana açık, parmaklarının ucunda ziller vardı.
Korkuluğun gövdesi şişman bir insanı andırıyordu. Belirli mevsimlerde ortaya çıkıyordu. Olduğu yerden ayrılmamasını düşünemiyorduk. Bu olayı düşünemediğimiz zaman ilk okula henüz başlamadığımız yaşlardı.
Tarladaki korkuluğu gördüğümüzde tepeden tırnağa ürperirdik. Tarlada korkuluk varsa o tarlaya hayvanlar ve küçük çocuklar yaklaşamazdık. Korkuluk olmazsa tarladaki meyve ağaçlarının dallarına ve sebzelere zarar verirdik.
İnsan yeteneklerini en iyi şekilde ortaya koyarsa, tarlayı bir gül bahçesi gibi işler ve zarar vermesinler diye de ortasına korkuluğu yerleştirirdi. Böylece yaşantısına bir anlam kazandırmış olurdu. Böyle bir insanın çektiği çileye rağmen, yüzünde gülücük eksik olmaz. Çünkü başarmanın verdiği mutluluğu yaşamaktaydı.
Duyguları korkuluğu kabullenmişti. Ne pahasına olursa olsun burada kalıp tarlada çalışacaktı. Hayatı bir girdaba uğramış gibiydi. Dostlar azalıyor, zaman geçiyordu. Hayat sorunsuz olmuyordu. Birinden kurtuluyorsun, peşinden başka birine takılıyorsun. Bazen soluklanacak zaman bulamıyorsun. Kaygan bir zeminde dans ediyorsun. Buna rağmen topraklarından kopmamak, doğduğu yerin suyunu içmek ve mal mülk peşinde olmadan yaşamaktı esas amacı.
Tüm akrabaları göç etmişti. Köyünden, kasabasından ve pazarından kopmak istemiyordu. Söylenenleri saçma buluyor ve katılmıyorum diyordu. Sabahın esintisi yonca kokusunu odama kadar getiriyor, bundan daha güzel mutluluk olur mu? Diye soruyordu. Komşuları ile beraber olmak güven vericiydi. Yapıcı konuşmaları, iyilik üzerine hareketleri insanı toprağına bağlıyordu. Hayat akan su gibi ise ondan yararlanmasını bilmeliyiz. Burada herkes küçük dünyasının peşindedir. İnsanın yaşantısı ortada söylenecek fazla bir şey yoktu.
Gölgeler uzamıştı. Ortadan bir kaybolup tekrar ortaya çıkan serçeden başka hareketli olan kavak yapraklarıydı. Dereden kurbağa sesleri de kesilmişti. Son bahar güzelliğini tam sergilemiş değildi. İnekleri yedirme zamanıydı. Yal kazanı merekte kaynıyordu. Yeşillik olarak da yonca hazırdı. Merekte inekleri yedirme derdi vardı. Bu işler yaş ilerledikçe zordu ama insanı hayata bağlıyordu. Hanımı ve çocuklarıyla köyünden kopmak istememişlerdi.
İşlerimizi ağır usul yapabiliyoruz diyorlardı. İneklerin sağılması, temizlenmesinden sonra ahır ve merek kilitlenir ve eve gelirlerdi.
Kamarasından hiç çıkmayan amiral gibi sürekli bahçeyi gözetliyorlardı. Çünkü güz yakındı. Ağaç yaprakları sarardığında ineklere yem olacaktı. Kış şartlarına hazırlık önemliydi. Hazırlık tam olursa rahat edeceklerdi. Bunun için, bahçede, inekleriyle inanarak çalışıyorlardı. Hâllerinden memnun ve tüm zorluklara rağmen mutluydular.
Tarladaki korkuluk bu inancın yıkılmaması içindi. Çünkü insanın, hayvanların bahçeye girmesi veya bazı kuş türü canlıların vereceği zarardan korunmaları gerekirdi. Bu koruma işlevinde korkuluk önemliydi. Belki de psikolojikti. Fakat sağladığı güven duygusuna diyecek yoktu.
Meyveler toplanıp sebzeler de alındıktan sonra korkuluğa gerek kalmaz ve yerinden çıkarılırdı. Korkuluk gibi işlerini takip eder ve başarırlardı. Güçlü olduğumuzda bile dilimizi tutmasını bildik, kimseyi incitmedik. Toplumsal yaşamın zor tarafı budur. Korkuluğu birine kızdığımız için bahçede tutmadık.
Tarladaki korkuluk yerinden kalktıktan sonra, bahçenin kenarındaki patikadan korkmadan dereye iner, balık avlamaya çalışırdık.