Kar tanesiyim. Hem de benzeri olmayan. Yani öyle diyorlar. Bu halimi düşününce kendimi beğenmeden edemiyorum.
Sahi bu gece yılbaşı…
Akıllıyım ben, öyle gökten çın çın sesli geyikli kızak geleceğine inanmam. Atalarım da hiç inanmamışlar. İnsanlar işte, uydurup duruyorlar. Sonra kendi uydurduklarına da inanıyorlar. Sesim olsaydı belki bu hallerine kahkahayla gülerdim.
Akşam oldu mu çocuklar evlerine gidiyorlar, bu saatte tekrar dışarı çıkacak halleri de yok. Düşündüm ki avare olup, sağa sola savrulacağıma, farklı bir şey yapayım. Şöyle Anadolu üzerinde bir dolaşıp bakayım neler olup bitiyor.
Pek de meraklıyım ne yapayım?
Eşsiz, güzel, sessiz, narin ve nazlı olsam bile beni sevmeyenler de mevcuttur. Onları anlıyorum. Üstelik haklılar da. Neyse, bunu söylemek hoşuma gitmiyor.
Galiba beni en çok çocuklar seviyor. Gördükleri anda cıvıl cıvıl sesleri yayılıyor her yana. Biraz da zor işlerden kurtarıyorum ya! Onun için de gelişime pek sevinirler. Hele gece yavaşça yağıp, sabah sürpriz yaptım mı, değmeyin keyfime. Sonra gelsin kavuşmanın çılgın keyfi, minik avuçlar içinde yuvarlanmak, vurunca dağılmak harika bir duygu. Ne kaleci var ne hakem. Çığlık çığlığa, özgürce, oh ne güzel… Ne yalan söyleyeyim onlar mutlu olunca eriyip gidesim gelmiyor.
Uçuşurken aklıma insanların beni seyredişleri geldi. Diyorum ki şimdi de ben onları seyredeyim. Benim narin halime yükledikleri manaları, ben de onlara bakarken görebilecek miyim? Meraktayım.
Kar tanelerinin saatleri olmaz. Bir karanlığı biliriz, bir de aydınlığı. Şimdi karanlık. Kendimi bırakıyorum gecenin kollarına. Uçuşarak dolanıyorum havada. Yukarıdan seyrediyorum yeryüzünü. Kimi yerler sessiz. Kimi yerler gökyüzündeki yıldızlar gibi parlıyor. Kimi yerler de gürültülü. Beni parıltılar cezbediyor.
Bir binanın aydınlık büyük penceresine yöneliyorum. Usulca cama tutunuyorum. Neyse ki ellerim yok, üşümüyorum. Kar taneleri üşümez zaten. İçerisi sıcak olmalı. İnsanların yeşil kıyafetlerinin kolları kısa. Karyolanın etrafında toplanmışlar. Gözlerindeki endişeyi görebiliyorum. Hastane burası… Ortadaki kısa boylu olan kadın, doktor galiba. Hastanın zor anları olmalı. Koşuşturuyorlar. Askılarda kırmızı ve beyaz serum şişeleri, ağzında, burnunda hortumlar var. Başı beyaz sargılı…
Yandaki pencereye geçiyorum. Acı içinde ağlayanları görüyorum. Yaşlı bir kadın ellerini duaya açmış. “Oğlum.” diyor. Şifa diliyor. İki küçük çocuk annesinin kolları altına büzülmüş. Belli ki korkuyorlar. Oysa bu havada evlerinde olmaları gerekiyor. “Babama ne oldu?” diyor küçük olan. Dayanamıyorum onun bu haline. Ayrılıyorum oradan. Kar tanesi olsam da benim de duygularım var. Yoksa nasıl severdim onları.
Üzgün uçuyorum havada. Burası köy olmalı. Sessizliği delen köpek seslerinden tanıdım. İleri de ki tek katlı evin sarı ışıklı penceresi ne güzel görünüyor. Hemen yaklaşıyorum. Kahverengi sobanın alevini görüyorum. Üstünde kestaneler kebap oluyor. Baba çeviriyor onları ikide bir. Çocuklar divanda oturmuş televizyon seyrediyorlar. Tam annelerini gözüm ararken elinde tepsiyle giriyor odaya. Portakalı, mandalinayı, kırmızı elmayı çocuklara pay ediyor. Öyle yürekten öyle içten gülümsüyor ki, yüzü sanki ilkbahar. Mutlu oluyorum onları seyredince. Huzurlu yuvanın her şeyi bir başka güzel… Mavi çaydanlığın tıkırtısı geliyor kulaklarıma. Sanki düğün davulu. Ritmik ve ahenkli… Üstünde demlenen çayın kokusunu duyumsuyorum. Misk gibi. Canım çekse de ben içemem ki. Kar taneleri çay içse erir. Biz ancak koklayabiliyoruz çayı.
İçime dolan huzurla yeniden uçuşuyorum havada. Galiba Allahuekber Dağları’nın üstünden geçiyorum. Kurt, kuş susmuş burada, rüzgâr bile incitmeden esiyor. Yanan yüreklerin acısı sarmış her yanı. Bir ağıt var tipinin sesinde. Bir başka hal, bir başka sükût… Anlıyorum! Doksan bin şehidin geçmişten gelen sessizliği bunlar. Ağlamaklı gözlerle bakınıyorum etrafa. Karlar üstünde uyuyan masum yiğitleri görüyorum sanki. Kimi tüfeğine yaslanmış, kimsi kayaya. Uykunun en derin yerinden cennete yürüyorlar. Pek de kalabalıklar. “Çekilmeliyim önlerinden” diyerek, çam ağacının ince yaprağına konuyorum. Biraz seyir, biraz duadan sonra veda ediyorum. Sonra yeniden yola koyuluyorum. Aklım şaşıyor, yönümü zor buluyorum.
Mahzun bir halde uçarken Bir tepenin üstünden hasret yüklü melodiyi duyuyorum. Ağır ağır yükseliyor gökyüzüne. Rüzgâra beni oraya götürmesini söylüyorum, “Tamam” diyor. Seviniyorum. Rüzgârla kar taneleri aynı dili konuşur. Yağmurla da öyle. İnsanlar öyle mi? Aynı dili konuşanlar bile çoğu zaman anlaşamıyorlar. Hayret ediyorum onlara.
Görüyorum, sırtında tüfeği, ayağında postalı, başında beresiyle bir vatan evladı. Sınırda nöbet tutuyor al bayrak altında. Bir de türkü tutturmuş, anam diye, yârim diye, sılam diye. Gururlanmasına gururlanıyorum da, işte burama, yüreğime kocaman minnet doluyor. İçim içime sığmıyor, sanki sıcacık duygularımda eriyecek gibi oluyorum. Ona fark ettirmeden alnından öpüyorum. Üstüne titriyorum, konamıyorum omzuna. Rüzgâr utanıyor, ayrılıyor yanından.
Aklım hastane yatağındaki hastada şimdi… Gidip tekrar görmek istiyorum. Rüzgârı yardıma çağırıyorum. Gelip uçuruyor beni o tarafa. Yol boyunca yeryüzünü seyrediyorum. Şehirlerde insanlar, arabalar koşuşturup duruyorlar. Köyler daha huzurlu. Ovalarda, ormanlarda hayvanlar yiyecek bulma çabasında. Dünya işte, içi dolu yuvarlak, çalkalanıp duruyor.
İşte geldim. Hastane penceresine tutundum yine. Oda boş, yatak boş… Nereye gittiler? Panikliyorum. Diğer pencereye geçiyorum. Doktor hanımla ayaküstü konuşanların gözleri yaşlı, halleri çaresiz… Doktor “ Başımız sağ olsun. Yarın sabah yolcu edelim şehidimizi.”diyor. Hem de yeni yılın ilk gününün ilk saatlerinde. Ne büyük acı… Çocukları düşünüyorum, babasız kalan gururlu çocukları.
Kararım kesin, güneş çıksa dahi ben de onlarla birlikte mezarlığa gideceğim. Üzüldüğümü anlayıp beni duymasalar da mutlaka görecekler.
Kar tanelerinin zamanı yoktur. Sınırı yoktur. Yeter ki güneşi görmesinler. Güzelliğine dayanamaz hemen erir, suya dönerler.
Sabah hastane önündeki üzgün kalabalığı görünce, gece boyu tutunduğum pencereden ayrılarak kenarları acık, üstü kapalı yeşil arabanın soğuk demirine konuyorum. Al bayrağa sarılı yolcu yerini alıyor. Herkeste ağır bir keder… Çökertiyor omuzları. “Vatan Sağ olsun.” Nidaları yılın başında gökyüzüne mühür vuruyor. İnliyor gök kubbe ananın, evladın, eşin içli sedasından.
Çekiliyor ayaklar bir bir. Havada hüzün, kalplerde sonsuz hasret. Kırmızı bir gül görüyorum al bayrak dikilen kabrin yanında. Bütün taneler geliyor yanıma. Bir bayrağa yağıyoruz, birde gül üstüne.
İşte benim onlara yüklediğim mana. İnsanlar nasılda çileli, dayanamıyor üzüntüden eriyorum.
AYB 3. ADIM. 04.01.2017





















