Sene bin dokuz yüz elli. Dediler ki Beşikdüzü’ne bir okul açılmış, balıkçılıktan tut ta, dokuma, marangoz, demir doğrama, at yetiştirme, aşçılık, arıcılık ve buna benzer yirmi bölüm açılmış.
Bende ilk mektebi yeni bitirmişim okumaya bayılıyorum, sınavlara girdik, Van da bir yeri kazandım, gitmeme imkan yok çünkü param yok. Dediler ki Beşikdüzü Köy Enstitüsünde baba bir müdür var git ona yalvar yakar bakalım ne olur?
Oranın kütüphanecisi de bizim köylü. Gittim heyecandan tir tir titriyorum.
-Efendim ben Van da bir yer kazandım oraya gidemem çok fakirim okumak istiyorum beni buraya alır mısınız?
-Pazartesi gel bakalım.
Pazartesi gittim
-Yedeklerden biri gelmezse bakalım ne olur.
Nihayet beni okula kabul ettiler. Kapıdan çıkarken sevinçten öyle bir koşmuşum ki ayaklarım havada. O sırada müdürde pencereden bakıyormuş, benim o halimi görünce kütüphaneciye,
-Senin ki deli mi ne?
-Müdür bey sen olsan kanat takıp uçardın!..
Ben bu anıyı Beşikdüzü Öğretmen Evinde değerli bir büyüğüme anlatınca duygulandı:
“Çocuktum, peşi sıra dolaşırdım öğretmenimizin ardından, ayak izlerini takip eder, üzerine basmaya gayret ederdim izlerinin.
Böylelikle ona benzeyeceğimi hayal ederdim.
O hayatımın her evresinde başka bir meziyeti ile hep kahramandı, şeref ve haysiyet abidesi, eğilmeyen,
bükülmeyen, vatanını, milletini, devletini seven ve kollayan, almayı değil vermeyi meziyet sayan, hiçbir menfaat için küçülmemiş ve her daim dik duruşlu, sözün özü “gibi “ye ihtiyaç olmadan “ADAM”,
Sevgili öğretmenim, canım nur içinde uyusun. Bu yazıyı okuyunca bana onu hatırlattın.”
O anda değerli büyüğümüzün gözlerinin buğulandığını görünce,
Öğretmenliğin ne kadar kutsal bir meslek olduğunu daha iyi anladım.





















