Şehirlerin geleceklerine delâlet eden şehir emanetçileri, yani bütün idarî birimlerinde yönetim erklerini ellerinde bulunduranlar; gerek halkın oylarıyla, gerekse kendi liyakatleriyle geldikleri makamlara hak ve hakkaniyet düsturlarıyla sahip çıkmalıdırlar.
Nihâyetinde bir makama ulaşmak doğrultusunda çok çeşitli mücadeleler verilir; demokrasinin gereği de budur. Makam-ı arza gelene kadar verilen mücadelelerde, çeşitli yöntemler denenebilir. Bu mücadele; teşbihte hata olmaz zaviyesindeki benzetmeyle, bir nevî at üstünde imparatorluk kazanmak gibidir. Kazanma noktasına kadar, bir takım şeyler mübahta görülebilir. Ama esas rol; elde edilen erkin uzun soluklu idare biçimindedir.
Bir oymaktan koca bir cihan imparatorluğuna ulaşan Osmanlı imparatorluğunun maneviyat önderi Şeyh Edebâlî’ nin Osman Bey’e ilettiği vasiyetnamesi iyi incelendiğinde, yazımızın başında zikredilen ifâde ne kadar da mânidar kılınmaktadır.
Vasiyetnamesini hak, hakkaniyet, sevgi, merhamet, çok çalışma düsturlarına sığdıran Edebâli; her dâim hamasetle yönetim idâmesinin sürdürülemeyeceğini, yerleşik medeniyetin bütün unsurlarıyla bütünlük arz etmiş bir yönetim arzının uzun soluklu, kalıcı olacağını bildirmektedir. Osman Bey’e de nicelik ve nitelik kavramlarıyla dolu bu vasiyeti sunmaktadır.
Aslında bu vasiyet; bütün Türk milletine sunulan bir vasiyettir. Âdeta bir manifesto hükmünde olan bu vasiyetin, asırlar öncesinden gelip akıllara yerleşmesi vasiyetin çok sağlam ülkülerle bezenmiş olmasındandır. Osmanlı davasının “Kupkuru bir cihangirlik davası olmadığı” hükmü de işte bu paraleldedir.
Bugün yönetim erklerini ellerinde bulunduranların büyük istisnasının makam odalarında, bu vasiyetin görkemli bir şekilde çerçevelettirilmiş, başköşelere asılmış hâlini görmek mümkündür. Aslında uhdelerinde böyle bir vasiyetin gereklerini yapmayı vecibe gibi görenler; her gün karşı karşıya durdukları vasiyetin gereklerini de bir türlü yerine getiremezler. Nedendir ki, bu da bilinmez!… Tabii bunu, bütün şehir emanetçileri için geçerli kılmak doğru olmayabilir. İstisnada olsa, bu vasiyetin gereklerine uyanlar çıkabilir. Ama içinde yaşadığımız sistem öyle bir sitemdir ki, bu istisna şehir emanetçilerini makamlarından çok kısa zamanda alaşağı eder.
“İmparatorluklar at üstünde kazanılır, ama at üstünde imparatorluklar yönetilmez” sözünden yola çıkıldığında, yönetim erklerinin; aklıselim, adaletli, merhametli, bilgili, medeniyetle hemhâl, kültür ve sanat eksenli bir yapıyla yönetim süreçlerini sürdürmeleri şehirlerin emanetçilerini kutlu kılar, bilge kılar. Öfkeye, hırsa, intikama, şahsî ikbâl kaygılarına, kayırmalara, ahbap-çavuş ilişkilerine dayalı yönetim biçimleri at üstünde imparatorluk kurmaya benzer ki, bu da hiçbir zaman uzun ömürlü olmaz…
Tarihin altın sayfalarında at üstünde imparatorluk kuran ve at üstünde imparatorluk yönetmeye çalışan Moğol hamasetinden günümüze hangi eserler kalmıştır. Hanlar mı, hamamlar mı, çeşmeler mi, köprüler mi, tarihî eserler mi, adalet üzre yönetim anlayışları mı? Moğol hamasetinin zulmünden başka günümüzde konuşulan bir şey kalmış mıdır?
Günümüz yönetim anlayışlarının en küçüğünden en büyüğüne kadar, tarihle benzeşimleri aynıdır. Öyleyse şunu söylemekte sanırım bir beis yoktur. Hakkaniyet üzerine Şeyh Edebâli, Hz. Ali, Mevlâna, Hacı Bektaş vasiyetnamelerini çerçevelettirip makam odalarına asanlar, ya bi hakkın onlara uymalılar; uymuyorlarsa, bir aksesuar olarak makamlarında bulundurdukları o vasiyetleri makamlarından artık azat eylemeliler. Hiçbir zaman uyum sağlamadıkları bu vasiyetleri azat eylemekle, hiç değilse büründükleri takiyecilikten kurtulmuş olurlar. Bu daha doğru olur.
Herkes kendi makamının imparatoru ise, “At üstünde imparatorluk yönetmenin” ne yanlış bir şey olduğunu şehir emanetçilerimiz çok iyi algılamalıdırlar. Yönetmek bir vebâl, yönetmek bir namus, yönetmek bir vicdândır. Hele adalet ve hakkaniyetin kaybolduğu bir yönetim yapılanması, Moğol hamasetlerinden hiç farklı değildir.