Ben, Ordu ili Kumru ilçesi doğumluyum. 1979’un 26 Kasım’ında soğuk bir kış gününde doğmuşum. Çocukluk yıllarım çok güzel geçti. İlkokulu beşinci sınıfa kadar köyümüzdeki okulda okudum. Köyümüzün okulu çam ve kavak ağaçları ile çevriliydi. Okulun alt tarafında küçük, berrak bir dere serin serin ve yavaş yavaş akardı. Sonra o derenin etkisiyle olsa gerek:
Akar şırıl şırıl serin bir dere.
Serer berrak suyunu yerden yere.
Pabuçlarım delik ayaklar yara.
Ne güzel çocukluk hatıraları!
Dizeleri döküldü kalemimin ucundan. Bizim çocukluğumuzda kar daha çok yağardı. Ağabeyimle birlikte okula gidip gelirdik. Okula dik arazilerden inerdik. Bu inişleri bazen çantalarımızı kızak yapıp kayarak gerçekleştirirdik. Ağabeyim benden bir üst sınıftaydı. Güçlü ve koruyucu bir yapısı vardı. Kim bana dokunacak olsa hemen onu karşısında bulurdu.
Dördüncü sınıf bitip beşinci sınıfa geçince Kumru’ya taşındık. Kumru, o zamanlar küçük bir ilçeydi ama bizim küçük dünyamızın büyük şehriydi. Ben beşinci sınıfın ilk aylarını Kumru’daki Atatürk İlkokulunda geçirdim. Daha sonra oturduğumuz mahalleye yakın Mehmet Akif İlkokulu açıldı ve beşinci sınıfı orada bitirdim. Öğretmenimiz Şerife Akkuş’tu ilk defa bir bayan öğretmenimiz olmuştu. Bize anne şefkati ile yaklaşıyordu. Biz de sınıf olarak öğretmenimizi çok seviyorduk. Fen Bilgisi derslerinde sık sık deney yapardık. Uygulama yaparak öğreten bir öğretmenimizdi. Okul yeni açıldığı için sınıfların düzenlenmesi gerekiyordu. Öğretmenimizin elinde çekiç ve çivi ile sık sık panoları düzenlediğini hatırlıyorum.
Beşinci sınıf bitti. Ortaokul eğitimi için Kumru Lisesinin ortaokul bölümüne kaydım yapıldı. 1/B sınıfındaydım. O zaman ortaokul beş altı, yedi, sekiz diye adlandırılmıyordu. Bir, iki, üç diye sıralanıyordu. Sınıf öğretmenimiz Emel Toydemir’di. O da çok sempatik ve sıcak bir öğretmendi. Fen Bilgisi derslerimize de giriyordu. Birkaç ay sonra tayini çıkıp memleketi Erbaa’ya gitti. Sınıf olarak çok üzülmüştük. Matematik öğretmenimiz Elazığlı Abdullah Çıkoglu’ydu. Sert bir öğretmendi. Derslerde değişim uygulamaları vardı. Sosyal Bilgiler öğretmenimiz Nevzat Çap’tı. Şimdi soyismi Öztürk oldu. Sarı saçlı, mavi gözlü, Atatürk gibi bir adamdı. Babamla da muhabbeti olan biriydi. Orta birinci sınıfta kendisinden çok çekiniyordum. Fakat daha sonraki yıllarda kendisini çok sevdim. Mesleğimin ilk yıllarında İkizce’de kendisi ile aynı ilçede görev yaptık. Nevzat Hoca, en son Ünye’de göreve yaptı ve emekli oldu.
Coğrafya derslerimize Gazi Altunkeser giriyordu. Kendisini daha sonra üniversitedeki coğrafya hocamız Halil Ibrahim Zekybek’e benzettim. Ortaokulda ilk Türkçe öğretmenimiz Beşir Saka’ydı sert ve disiplinli bir adamdı. Derslerinde daima Türkçe Sözlük, Atasözleri ve Deyimler Sözlüğü, Şairler ve Yazarlar Sözlüğü olmasını ister ve bunları kontrol ederdi. Sonra coğrafya öğretmenimiz Gazi Altunkeser’in eşi Güler Altunkeser Türkçe dersimize girdi kısa bir süre. Ondan sonra Beden Eğitimi öğretmenimiz Hakkı Tarik Nur’un eşi Müzeyyen Nur girmişti. Derken Türkçe derslerimize Bülent Pehlivan girmeye başladı. Gerçekten de soyismi gibi uzun boylu, pehlivan yapılı bir adamdı. Tok bir sesi vardı. Drama yapma yeteneği üst düzeydi. Türkçe dersini yaşayarak anlatıyordu. O da en son Nevzat Hoca gibi Ünye’de görev yapıyordu. Amansız bir hastalık nedeniyle vefat etti. Mekânı Cennet olsun.
Bende lise yıllarımda kitap okuma tutkusu iyiden iyiye başladı. İlçemiz kaymakamlığının alt katında bir kütüphane vardı. Orada iki kütüphane görevlisi vardı. Biri uzun boylu diğeri kısa boylu saçları bayağı dökülmüş, bizim o yaşımıza göre yaşlı sayılacak amcalardı. Orada büyük bir sessizlik vardı. Bir kitap aradığımızda görevliler rafları karıştırır bize yardımcı olurdu.
O dönemlerde Ahmet Ümit’in “Bir Ses Böler Geceyi”, Refik Halit Karay’ın “Sözde Kızlar”, Reşat Nuri Güntekin’in “Tanrı Misafiri, Kan Davası”, Talip Apaydın’ın “Define Adası, Sarı Traktör” ve Kemalettin Tuğcu’nun adını hatırlayamadığım birkaç kitabını okumuştum. Kütüphanede kapakları ve adları hoşuma giden kitapları arıyordum. Bir gün elime Rıfat Ilgaz’ın Sarı Yazma adlı kitabı geçti. Kalın bir kitaptı. Okumaya karar verdim. Kalın olması da benim için bir avantajdı. Doya doya okuyabilmeğim bir kitaba ulaşmıştım. Kitabi kütüphaneden ödünç alıp eve görürdüm. Birkaç sayfa okudum her ne sebeptense kitabın devamını okuyamadım. O şekilde kaldı. Lise bitti, üniversite bitti ben hala Sarı Yazma’yı okumamıştım.
2018 yılının temmuz ayında eşimle Batı Karadeniz gezisi yapmaya karar verdik. Bir temmuz günü yola çıktık. Samsun, Taşköprü derken Kastamonu’ya ulaştık. Kastamonu’da Devehan ve birkaç tarihi yeri gezdik. Geceyi Şerife Bacı Öğretmen Evinde geçirdik. Kastamonu düzenli ve tarihi bir şehir. Öğretmen evi de o şekilde… Bahçesinde de oturup bir çay içmek her şeye değer.
Sabahleyin erkenden kalkıp kahvaltımızı yaptık. Şerife Bacı Öğretmenevinin bahçesinde biraz dolaştıktan sonra Karabük’e geçtik. Karabük bir sanayi kentimiz. Arabamızdan inmeden bir şehir turu yapıp oradan Safranbolu’ya geçtik. Safranbolu tarihi evleri ile ünlü bir ilçemiz orada biraz dolaştık. Bartın’a geçerken yol üstündeki seyir terasına uğramamak olmazdı tabii ki. Uğradık uğramasına ama benim yükseklik korkum olduğu için ancak kıyısına köşesine yaklaşabildim seyir terasının. Eşim benden çok daha cesaretiydi. O, terasın üç kısımlarına kadar gidebildi. Bana da fotoğraf çekmek düştü. Safranbolu ile Bartın arasındaki yol çok muazzam. Bazı noktalarda ağaçlar yolu sağlı sollu kapatmış. Yol boyunca adeta ağaçtan tüneller oluşmuş. Bu doğallık, bu eşsiz manzaraya her yerde rastlamak mümkün değil. Yollar yer yer virajlı ve dar ama yine de huzur veren bu yolda yolculuk yapmak sıkıcı da değil. Derken Bartın’a geldik. Burası küçük ve şirin bir kent. Kenti biraz gezdikten sonra Amasra’ya geçmek üzere yola çıktık. Deniz insani bir başka oluyor. Denizi görmeyeli iki gün olmasına rağmen özlemiştik. Eşim de ben de bir an önce Amasra’ya ulaşıp denize kavuşma isteği duyuyorduk.
Amasra’ya yol tepelerden iniyor. Bu da müthiş bir manzarayı girme fırsatı veriyor insana. Nihayet özlediğimiz maviliğe şirin Amasra’nın tepelerinden ulaşmıştık. Şehir oldukça küçük ama yaz aylarında kalabalık oluyormuş. Şehre indik ve bir hayli pahalı sayılabilecek bir ücret karşılığında arabamızı bırakabilecek bir yer bulduk. Şehir küçük olduğundan ve yaz aylarında kalınabilecek yer kısıtlı olduğundan zor da olsa kalmak için bir yer bulabildik. Çantalarımızı otele yerleştirip küçük şehri, limanı ve akşam üstüne doğru da Amasra Kalesi’ni gezdik. Kale gerçekten harika, şehir ayaklar altında. Bir taraftan mavi, bir taraftan yeşil… Kale içinde yerleşim de var. Orada yaşamak ne güzeldir! Ne tatlı komşuluk ilişkileri vardır orada. Eskiden buralarda kimler yaşamıştır, neler yapmıştır, yaşantıları nasıl geçmiştir? Bu ve buna benzer sorular da geliyor insanın aklına. Bir de burayı fetheden Fatih Sultan Mehmet!
Amasra’da Ayyıldız Otel’de sakin bir gece geçirdik otelde. İyice dinlenmiştik. Sabah saat dokuz gibi kalktık otelin cam terasında kahvaltımızı yaptık. Burası çok nostaljik bir yerdi. Sonra çantalarımızı toparladık. Otelin resepsiyon bölümüne inip ödemeyi yaptık. Resepsiyon görevlisine “Cide’yi de görmek istiyoruz. Cide’ye buradan geçmek ne kadar sürer ve yolun durumu nasıl?” diye sordum. Görevli “Valla ben en son beş yıl önce gitmiştim. Gelenler o yoldan bir daha gitmeyiz.” diyorlar. “Yol çok bozuk, kıvrımlı ve şu anada tamirat varmış.” dedi.
Cide’ye geçmeden Amasra’dan Kastamonu’ya geçmek için yola çıktık. Kastamonu yol ayrımına gelince her nasıl olduysa yolu kaçırmış ve Cide’ye giden yoldan devam etmişiz. İyi ki de öyle olmuş. Öyle tatlı bir yolculuk ömrümde sayılıdır. Aman Allah’ım bu ne huzur? Bu ne doğallık? Bu ne güzellik… Yol bazı yerlerde pek iyi değil ama yolun diğer yerlerinden denizi kuş bakışı izlemek, o doğallığı görmek, o bakir alanları hissetmek bir Karadeniz çocuğu olduğum halde bana bile ne kadar huzur veriyor. Başka bir coğrafyada, başka bir iklimde, başka bir bölgedeymişim hissi uyandırdı bende. Uzun bir yolculuktan sonra Cide’ye geldik. Buralar bizim Ordu, Fatsa, Ünye gibi şehirlere göre saklı kalmış, doğallığı bozulmamış şehirler. Uluslararası yol geçmediği için Batı Karadeniz’in çoğu şehri gibi Cide de doğallığını korumuş. Bir de buraya Gelip de Rıfat Ilgaz’ı hatırlamamak olmaz tabii. Hemen Rıfat Ilgaz geliyor aklıma. Hababam Sınıfı, Sarı Yazma, Karadeniz’in Kıyıcığında ve diğer kitaplarını gözümün önünden geçiriyorum. Cide’de bir saat gibi mola veriyoruz. Sahilde biraz dolaştıktan sonra Sinop’a geçmek üzere yola çıkıyoruz. Buralar yeşil, mavi ve doğallık açısından gerçekten başka yerler. Yolculuğumuzun büyük bir bölümünde bize Küre Dağları da eşlik ediyor. Bir yandan dağın muhteşem manzarasın seyrederken bir yandan da oksijenini ciğerlerimize bol bol çekiyoruz. Uzun ama huzurlu bir yolculuktan sonra kendimizi bir başka sahil şehri Sinop’a atıyoruz. Sinop yaz aylarında her zaman olduğu gibi yine kalabalık. Aşıklar Caddesi’nin üst tarafında zar zor arabamızı park edecek bir yer buluyoruz. Orada biraz dinlenip karnımızı doyuruyoruz ve çaylarımızı yudumladıktan sonra Fatsa’ya gelmek üzere yola çıkıyoruz.
Batı Karadeniz, Cide, Rıfat Ilgaz derken benim lise yıllarımda okumayıp bir kenara bıraktığım Sarı Yazma adlı roman tekrar aklıma geliyor. Fatsa’ya gelişimin ertesi günü kitapçıya gidiyorum ve bu romanı alıp birkaç gün içerisinde okuyorum. Hani Rıfat Ilgaz, Sarı Yazma kitabında “Anam ne iyi etmiş de beni bu güzel bu şehirde doğurmuş diyor ya!” Ben de diyorum ki “Rifat Hoca ne iyi etmişsin de Sarı Yazmayı yazmışsın!”
Ahmet Duran























