O gece sabahı dar etmiştim. Kader Otobüsü, adlı kitabı okurken yaşadığım anla hikayenin benzerliği gittikçe ilginçleşmekteydi. Sabah uyanır uyanmaz pencereye koştum. Her yer bembeyazdı. Yatak odamın penceresi buharlaşmıştı. Dışarıyı daha net görebilmek için elimin ayasıyla önce daireler şeklinde, sonra boyumun eriştiği yere kadar sildim. Kış ak yorganını örtmüştü.
Ağaçlar tıpkı yılbaşı karpostallarında olduğu gibi öyle muhteşem görünüyorlardı ki…Sadece altından simleri eksikti. Bir kumru, beni görür görmez penceremin mermerine kondu. Ürkek bakışlarıyla başını yana doğru eğmesi yok muydu, içimin yağlarının erimesine neden oluyordu. O titrek bakışlarıyla bana açlığını öyle belli ediyordu ki. Çıplak ayaklarıma aldırmadan mutfağa koşturdum.
Ekmek kutusundaki ekmeği ikiye bölüp içini çekerek aldım. Bir tabağa kumrunun yiyebileceği ufak ufak parçalara ayırdım. İçimden kumrunun uçmaması için dua ediyordum. Geri döndüğümde kumru oradaydı. Sevinç içinde camı araladım. Geriye kaçtı. Uçmamasına sevindim. Tabaktaki tüm ekmek kırıntılarını cam kenarına serpiştirdim.
Bir süre onun minik gagasıyla ürkek ürkek kırıntıları kursağına götürüşlerini izledim.
Kumruya iki kuzgun eşlik etmek isteyince kumru korkup uçmuştu. Eh, kursağını doldurmuş olan kumru için endişe etmemeliydim.
Ilık soluğum, havanın ne kadar soğuk olduğunu ve camın yeniden buharlaşmasına neden olmaktaydı. Bir an eşimi, yaşananları unutturan kuşlara sevgiyle baktım. Aklıma dün gelir gelmez içim titremişti. Cam kenarından uzaklaştım.
Hareketin iki kuzgunu kaçırtmıştı. İçimi ısıtmak adına kollarımı ovuşturdum.
Yatağımın ayak ucundaki sabahlığımı sırtıma geçirdim. Rumlardan kalma bir apartmanın birinci katında oturuyordum. Evimiz kaloriferli değildi. Çayı ocağa koymak için tekrar mutfağa geçtim. Sonra da sobadaki külü boşaltıp kömürle odun doldurmayı düşünmüştüm.
Hükümet, akşam haberlerde, yoğun kar yağışı nedeniyle tüm resmi işyerlerine bir gün kar tatili vermişti. Güvenli bir huzurla salona geçtim. Sanki gökyüzünden bir el değiyordu kaderimin güzergahına.
Annem ve çocuklarımın kahvaltılarını da hazırlamıştım. Onlar sıcacık yataklarında uyurlarken lahana gibi kat kat, sıkıca giyinip evden çıktım.
İyi ki kar çizmelerime bir de erkek çorabı geçirmiştim. Çoraplar çizmelerin adeta birer freniydi. Tophane yokuşundan yavaş yavaş inerken kaymamı büyük ölçüde engelliyordu. Karaköy vapur iskelesine geldiğim de yolcu vapurunun düdük sesi, havadaki hırçın ve aç martıların huysuz çığlıkları beni bu kadar mı mutlu ederdi…
Akşamı düşündüm vapurda. Elimdeki kitabı gözlerim öyle bir içmişti ki finali duygulanarak bitirmiştim. Kitabı kapatıp göğsüme bastırmıştım. Nasıl bir heyecan içindeydim anlatamam. Bu duygumu biraz tanımlamak gerekirse: Biraz huzur, biraz tatlı heyecan ama en çok da bir sahnede tek başına tirad yapan oyuncu gibi hissediyordum.
Kitapla birlikte mektup, bugün gerçek sahibine tam 41 sene sonra benim elimle ulaşacaktı.
Allah’ım ne çok heyecan içindeydim. Sanki kutsal bir görevi üstlenmiştim.
Telefonda sözleştiğimiz gibi Fikriye Hanım nöbetten çıktıktan sonra onunla Kadıköy rıhtımındaki bir pastanede buluşacaktık.
Pastaneye girer girmez gözlerim onu aradı. 15 dakika gecikmeyle ancak gelebilmiştim.
Pastanenin uzak köşesinde gördüm onu. Tek başına oturmaktaydı. Zaten o yaşlarda pastanede başka kimse de yoktu.
Gümüş saçlı, sıcak aydınlık tebessümle beni karşılayan yaşlı kadına hafif bir gülüş uzatarak yaklaştım.
” Fikriye Hanım… Merhaba ben Mine…” dediğimde öyle heyecanlıydı ki.
Karşımda gözlerinin içi ışıl ışıl gülen, yanakları hala pembeleşen bir genç kız vardı sanki…
Ayağa kalktı. Hemen elimi sıkıp yanaklarımdan öptü. Sonra da bana, yer gösterdi,
” Merhaba. Bende Fikriye Ablan canım…Hoşgeldin. Gel otur şöyle…”
sandalyeyi çekip oturmamı işaret etmişti. Öyle zarifti ki. Masanın üzerinde ki elleri titriyordu.
Beden dilini okuduğumu hissettirmek ve dikkatini akışa yönlendirmek adına kitabı çantamdan çıkartıp ona uzattım. Mektup da kitabın arasındaydı.
Elleri titreyerek aldı kitabı. O anda gözlerindeki ışıltı yitmiş, kızarmıştı. Yutkunması da sıklaşmıştı. Bir eliyle göğsünü tutup, diğer eliyle kitaba sanki bir mucize gerçekleşmiş gibi bakmaktaydı.O muhteşem ana ben ve zaman tanıktık.
” O benim ilk ve son aşkımdı…” diye fısıldamıştı. Hiçbir sözcüğünü kaçırmamak istiyordum.
” Size ne kadar teşekkür etsem azdır Mine hanımcığım…”
Sessizliğimle heyecanım birlikteydi.
Ve ben tam 41 sene önce yaşanmış bir aşk hikayesinin nasıl yarim kaldığını öğrenecektim az sonra…
Hala titremekte olan ellerine uzanıp ikisini de avuçlarımın arasına aldım. Sesime yumuşak, sevecen bir renk verip konuştum:
” Fikriye Hanımcığım, önce okuyun mektubunuzu. Sonra bol bol sizi dinleyeceğim.”
Yanımıza yaklaşan garsonun sesiyle ellerimiz ayrılmıştı. Sandalyenin arkasına yaklaşıp garsona gülümsedim. Fikriye Hanıma başımı çevirip;
” Bu havaya bol tarçınlı sıcak sahlep yakışır. Ne dersiniz ?”
O da sıcacık maviş bir gülüş uzatıp;
” Uygundur efendim,” demişti…
Devam Edecek
Emine Pişiren/ Kocaeli























