Gün/aydın dostlarım…
Yasamak sevmektir diyorsan… Yaşama sevincini yitirme…
Kollarını aç… ________________ Benim adım SABAH… Sevgiye başlangıcım ben…
ÖZLENEN MEKTUPLAR
Merhaba gününüze dostlarım: Hoş kalın hoşça kalın ama mektupsuz kalmayın diye başladım söze bugün…
Ve size oldukça eski, eski olduğu kadar da hiç unutulmayan, hatırlanması gereken, bir zamanlar ben yaşta olanların ya da yaşı onu hatırlamaya müsait olanlar için, çok ama çok özel olan, MEKTUP konusunu hatırlatacağım bu yazımda…
Mektup, yazı geleneğinin en önemli parçalarından biridir. İnsanlar birbiri ile iletişim kurmak için tarih boyunca mektuplardan yararlanmışlardır. Uzaktaki bir yakına haber iletmek veya durumu ile ilgili bilgi vermek için, yani sadece haber amaçlı kullanılan mektup zamanla duygu ve düşünceleri de içermeye başlamış ve farklı bir boyut kazanmıştır.
Mektup, salt haberleşme aracı olmayıp insanların birbirlerine duygu ve düşüncelerini
ifade etmesinde en büyük araçtır. Yazınsal bir tür olan mektubun tarihi oldukça eskidir..
Mektubun tarihi, kâğıdın bulunmasıyla birlikte başlamıştır.
Tarihsel süreç içerisinde mektuba ilkçağda Mısır ve Mezopotamya uygarlıklarında rastlanır.
Avrupa’da 15. asırda yaygın olarak kullanılan mektup, 18. asırdan itibaren edebi bir tür
olarak kullanılmaya başlanmıştır.
Bizde mektubun önem kazanmaya başladığı yıllar Tanzimat yıllarıdır. Önceleri divan edebiyatında münşeatların içerisinde yer alan mektup 19. asrın ikinci yarısıyla birlikte bağımsız edebi bir tür haline gelmiştir.
Ayrıca yazıldığı dönemin dilbilgisi (grameri) hakkında da bize bilgi vermektedir. Diğer yazınsal türlere göre mektubun özelliği, doğal, samimi, içten bir dille yazılmasıdır. Bu sebepledir ki mektuplar kişilerin birbirlerine anlatmak istediklerini, duygu ve düşüncelerini en yalın haliyle anlatan iletişim araçlarıdır.
Mektup, birbirine uzakta olan kişilerin haberleşmesini sağlayan bir iletişim aracı olmasından ziyade, bir dönemin tarihi, siyasi olayları ve sosyolojik özellikleri hakkında da bilgi veren bir çeşit belge niteliğindedir. Yine ünlü düşünürlerin, hükümet adamlarının, o dönemin yazarlarının hayatları, kişilikleri ve eserleri hakkında bilgi vererek otobiyografi görevi görür.
Tanzimat dönemindeki mektup dili çok ağırken Cumhuriyet döneminde dilin daha çok sadeleşmesi yoluna gidilmiştir.
Mektup edebi bir tür olmaktan çok, yazıldığı dönemin kültürü, tarihi, siyasi olayları hakkında bilgi vermesinden ötürü önemli birer tarihi belge niteliğindedir. Yine en önemli özelliği ise içten, samimi, konuşma havasında yazılmasıdır.
Evet___ işte eskiden mektuplar vardı; içtenlikle, el yazısıyla yazılmış mektuplar. Gideceği yerin uzaklığına göre değişiyordu ulaşma vakitleri.
Yazılan, yakılan, alınan, verilen, beklenen, okunan, okutulan mektuplar.
Bir samimiyet dili, bir sevda buketi gibi açılırdı zarfları. Önce yazanın sonra ulaştıranların ellerinin değdiği zarflar önemliydi ama mazruflarının da neler olduğu kalp çırpıntılarıyla merak edilirdi.
Süt kâğıda, sarı kâğıda, sararmış kâğıda yazılan mektuplar. Selamla başlayıp kelamla devam edip sonra yine selamla, sevgiyle, muhabbetle biten mektuplar…
Gurbetten, sıladan, askerden babaya anaya, yâre, sevgiliye, oğula, kardeşe, eşe, dosta yazılırdı.
Yazılır ve güzel sözler, gülen sözler, bazen de acılar dizilirdi.
Ah ah ki ah!.. O yazgı gibi yazılan mektuplar… şimdi nerede kaldı…
Eskiden mektuplar vardı; özlemler vardı, ekmeğin kokusu, toprağın kokusu vardı eskiden.
Sözler vardı, bir ömür tutulan…
Müebbet yemiş adamların çiçekten farksız bekleyenleri ve büyükler gelince bir içtima edasında saygıya duranlar birde.
Sevgililerin iç ceplerinde sevdalılarının mendilleri vardı; verilen sözlerin hepsinin karşılığı birde. Bir ömür heybesi omuzlarda hep eşit, biri diğerine ağır basmayan bir terazi hassasiyeti vardı…
Eskiden mektuplar vardı; o mektuplar ki ‘yar’ dendi mi sanki kaleme can verirdi gönül telleri. İnce ama sızlayan, sızlatan nağmeler dökülürdü kalemin ucundan. Kalem yazmaz yaşlar dökerdi sanki. Gözler yaşın yaşın…
İstekler hayal olur, hayaller canlanır, kelimeleri yerinden oynatan duygular coşkunluğu renk renk uçuşurdu göz bebeklerinde…
Eskiden mektuplar vardı; sevgiliye, eşe, dosta arzuhalini bildiren. Yürekleri tutuşturan hasret, hep geleceklerde yaşanacak vuslat her bir harfi nakış yapar, nakışlara derin anlamlar katardı yazanlar.
Yazılanlar ‘deruni dilden ve canı gönülden’ olurdu. Her mektup bir sevda destanıydı. Kahramanları unutulup gitmiş destanlar… Her mektup kalemin ucundan düşen özlemlerin oduydu. Öyle ki yazılan mektupların ucu bazen yanık olurdu. En sade, en manalı, en güzel mesajdı bu. Eğer bu da yetmez ise güller konulurdu mektupların arasına. Gül kokuları, gül rayihaları her iki anlamda dilden dökülen sözlerle yollanırdı yâre… Mektuplar en manalı mesajlarla doluydu…
Eskiden mektuplar vardı; postacı gelirken heyecanlanırdı onu görenler gözler. Acaba selam var mı uzaktan gelen?.. Ya da uzun zamandan beri hatırını soramadım dostlarımın diye hayıflanan.
Bir kâğıt bir kalem bir de zarf ve zarfın arkasına yapıştırılması gereken bir pul. Sonra o zarfı postaneye götürüp yollamak gerekiyordu. Belki birazcık da olsa zahmetliydi bu iş. Ama tüm bunlara rağmen mektuplar geliyor ve gidiyordu birilerine eskiden.
Ve en güzeli ise o zarftan çıkan kâğıtta yazılan her harf bir dokunuştu, bir dost eli değmişti o zarfa, onların yüreği gezinmişti o kâğıtta. Kim bilir belki de kokuları sinmişti o zarfa.
Yani eskiden mektuplar vardı ve herkes daha birçok hatırlardı birbirini…
Eskiden mektuplar vardı; kardeşe, oğula, eşe, dosta yazılan mektuplar. Hal, hatır sorulup gönül alan mektuplar. Gönüle giren, gönülde kalan mektuplar. Bazen gönülden, bazen bir halk aşığından deyişlerle, mısralarla süslenen ve seslenen mektuplar. İmdada çağrılırdı Karacaoğlan. Kerem’le yanılır, Ferhat’la ölünürdü. Sözler edilirdi yalanlar, yanlışlar ve riyalar katılmamış… Elif’çe, Aslı’ca, Şirin’ce…
Dadaloğlu, Köroğlu yiğit yüreklerin meydan okuması, narası olur mertlik meydanında dalga dalga yankılanır, kalem titrer kâğıtlara dökülürdü yürekler.
Eskiden mektuplar vardı; ah! Ana yürekleri, sessiz baba yürekleri! “Oğul” dedikçe mektuplar oğulla dolardı. Namus bekçisi, vatan bekçisi oğul gözlerinde tüter, hasreti bir mermi gibi saplanırdı ta yüreklerine. İki damla, iri iki damla mektup kâğıdına düşen iki mühür olurdu…
Eskiden mektuplar vardı; canlı, capcanlı. Her biri yazan kokardı. Alanlar onu sadece okumazlar, koklarlardı da.
Ana kokusu sinmiş, yar kokusu sinmiş mektuplar, mektuplar.
Yani eskiden mektuplar vardı ve herkes daha birçok hatırlardı birbirini.
Eskiden mektuplar vardı…
Vardı… Vardı da…
Şimdi eskilerde kaldı…
Hepsi son bir mektubun içinde değerini bilenlerle kaldı.
Mektuplar bitti…
Güzel haber getiren tüm postacı amcalarda gitti… O gidenlerden biriside eşimin eniştesiydi, bir tanesi de benim arkadaşımdı…
Gitti diyoruz ama tamamen gitmedi onlar dostlarım gitmediler, varlar hala postacı amcalar…
Şimdi de postacı amcalar geliyor her ay herkesin evine.
Ama hiç kimse eskisi gibi sevinmiyor ve heyecanlanmıyor postacı amcanın gelişine.
Postacı amcalar ya bankadan gönderilmiş bir ödeme zarfı getiriyor ya da faturaların zarflarını ya da avukatlık bürolarından gelen haciz mektuplarını…
Acaba kimse mi hatırlamıyor dostlarını yoksa artık mektuplar mı yaşlandı…
Yoksa KÖROĞLU’nun “tüfek icat oldu mertlik bozuldu” sözünden yola çıkıp, teknoloji geldi, o güzelim mektuplar hafızadan silindi, dostluklar internete bindi… desek olur sanırım.
Evet akıllı telefonlar, bilgisayarlar, tabletlerle o kadar çok yoğunuz ki artık mektuplarla uğraşacak vakit bulamıyoruz…
Teknoloji bağımlılığı insanları adeta ablukası altına almış durumda ama 21. Yüzyılda da olmazsa olmaz…
Demek ki mektuplar ölmemiş bence, dostluklar ölmüş. Herkes dünya işine dalmış ve dostlarını unutmuş. Eskiler çok daha bağlıymış demek ki birbirlerine ve bu yüzden zahmetle ama büyük bir zevkle hal hatır sormuşlar birbirlerine.
Umarım herkes gittiği, yaşadığı o yerlerden bir selam yollar sevdiklerine ve yıkar tüm duvarları. İnanın o zaman şifa bulur dostluklar ve insanoğlu…
Geçen gün oturduğum mahalledeki marketten alışveriş yaptım, iki elim dolu, hani dolu dedimse torbalardaki ağırlık parasal yönde. Yani yükte hafif, pahada ağır cinsinden…
Yükte hafif pahada ağır şeyleri satanlar, bugünün zengin oldular maşallah…
Neyse konuya dönelim, zaten yarılıyız hepimiz bu konuda son dönemlerde…
Evet ellerim dolu, kaldırımda yürüyerek eve gidiyorum, baktım karşımdan bir hanım kız geliyor ve elindeki cep telefona baka baka yürüyor.
Kendini öyle kaptırmış ki ne izliyorsa, ne dinliyor, kiminle konuşuyorsa. Gözü etrafı görmüyor. Kaldırımdan inemedim, kenarda park etmiş araçlar var.
Kaldırım dar olduğu için durdum ve benim farkıma varacak mı diye bekledim ama o hiç farkında değil atmış kendini telefonun içine dünyasını unutmuş ve olan oldu, hanım kız geldi bana çarptı.
İşte o an farkına vardı sanırım kaldırımda yürüdüğünün.
Hayret ve birazda mahcup bir tavırla gözlerime bakarak ‘pardon amca’ dedi.
Estağfurullah kızım dedim ve ilave ettim. ‘şanslıymışsın yavrum.’
‘Neden’ dedi hanım kızımız. ‘Kızım bir düşün, ya ben bir kamyon olsaydım’ dedim.
Güldü yürüdü gitti. İşte böyle bir zamanı yaşıyoruz dostlar…
Ama size son bir haber söyleyeyim, doğru yalan bilmem; Belçika’nın Antwerp kentinde cep telefonuyla mesaj atarak yürüyenler için ayrı yollar yapılmış. Yakında bizde de yapılır üzülmeyin…
Sevgiyle, sevdiklerinizle tüm kirlenmişliklerden uzak, mutlu gülen bir yüzle, sevin, sevilin. Sevin çünkü hayat sevince, sevilince güzel ve diyelim ki her bir cümleye,” bu Vatanın sahipleri, yalnızca bu Vatanı karşılıksız seve bilenlerdir… “ Vefa bilene, toprağın altında binlerce kefensiz yatanın kıymetini bilene…
Hayat ağacınıza asılan bu gün ve de ömür takviminize düşecek olan her gün, sağlık, bereket, şans, sevgi ve huzur getirsin…
Güzel başlamasını ve güzelliklerin katlanarak devam etmesini dilediğim haftanız içinde, güzel anlar yaşadığınız günleriniz olsun. Gönül soframdan, gönül sofranıza muhabbetler gönderdim…
Hoş kalın, hoşça kalın, sevgiyle hep dostça kalın, sağlıklı kalın. Bir gün, bir yerlerde görüşmek ümidiyle…
#öskurşun#























