Memleketimden İnsan Manzaraları 481
Kuşku En İyi Kılavuzdur
Dicle İlköğretmen Okulu’nun yetiştirdiği değerli gençlerden biri de akademisyen yazar Mehmet Nuri Aslan… 1971 mezunu… Hoşot (Dicle) Anıları adlı kitapta yer alan, “Olası Bir Dicle Romanına Katlı” başlıklı uzun soluklu yazısına:
“Hayat anılar biriktirmektir; derler.
Dünden bugüne sızan hayattır anılar. Günümüzü ışıklandırmakla kalmaz, yarınlara bağlar bizi. Yarınlara, ömür ötesi yarınlara…” sözleriyle başlıyor.
Bu doyurucu yazısında pek çok arkadaşı gibi o da öğretmeni Nurten Doyrangöl’ü sevgiyle şöyle anar:
“…Henüz yirmi beşinde bile değildi; Sevgili Nurten Öğretmen! Hepimiz anamız, ablamız gibi çok severdik onu.”
Ben Hasanoğlan’a atandıktan sonra geldiği için tanıma şansım olmadı; bu seçkin öğretmeni. Kendisini böylesine sevdirdiği için ne mutlu ona ve ne mutlu öğrencisi olma şansını yakalayana!
-1-
N. Aslan, kim olduğunu açıklamadığı Ziya Öğretmen’in ağzından ilginç bir anı anlatıyor. Özetle şöyle: Matematikten birinci ve ikinci sınavda en yüksek notları alır Ziya. Son sınavın notlarını okumaya başlar; İclal Öğretmen. 10 üzerinden 7’den fazla alan yoktur. Sıra ona gelince, ayağa kalkar Ziya. Şöyle bir bakıp “Bir” der öğretmen. Tüm sorulara doğru yanıt verdiğini bildiği için 10 beklerken en düşük not aldığını öğrenen öğrenci, demek ki yanılmışım; diye düşünüp sessizce oturur yerine. “Olsun, üç notun ortalaması 7… Karneme zayıf gelmeyecek ya.” der içinden.
Herkesin notunu okuduktan sonra, sınıfı şöyle bir gözden geçirip, “İtiraz eden var mı?” diye sorar öğretmen. Çıt çıkmaz sınıftan. Bunun üzerine; “Ziya, senin de mi itirazın yok?” der.
Öğretmene itiraz ne demek? Olur mu öyle şey! Evet ya da hayır demeden başını eğer Ziya.
“Sen 10 aldın yine.” diye gülümser; İclal Öğretmen. Sonra da Ziya’nın yarım yüzyıldır unutmadığı şu soruyu sorar:
“Hakkını aramaya yaramayacaksa, neden matematik öğreniyorsun?”
Öğretmenlik budur işte! Bravo İclal Öğretmene! Ve ne mutlu onun gibi düşünebilenlere!
1960’lı yılların ikinci yarısında Dicle’de yaşanan bu anı şunu düşündürdü bana:
‘Hakkını aramaya, nerede ve kim olursa olsun hakkı olana hakkını vermeye, yalnızca kendisine değil başkalarına yapılan haksızlığa, zulme, sömürüye ve adaletsizliğe karşı çıkıp sesini yükseltmeye yaramayacaksa, onca emek harcayıp hiçbir dersi öğretmeye de gerek yok, öğrenmeye de…’
Altını çizdiğim şu cümleler de M. N. Aslan’ın bu yazısından:
“Tek pencereden bakmak eksiklik olur. Hiç sorulmamış sorular sormalı, sordurmalıyız. Çünkü yeniden düşünmeye, eleştirel düşünmeye ancak sorularla başlayabiliriz. Yanlış soru yok, genellikle yanlış cevap vardır. Hazır cevaplar ise sorgulanmadıkça daima yanlış cevaptır. Çünkü (hazır cevaplar) bizi şartlandırırlar, köreltirler.”
-2-
Her birimizin üzerinde düşünmemiz gereken gerçekten çok önemli cümleler bunlar. Şunu ısrarla söylüyor ki yazarımız, gönülden onaylıyorum ben de:
“Tamam, o günleri özlemle analım, analım da ders alınacak yığınla olumsuzluğu da neden görmezden gelelim; neden konuşmayalım?”
Var mı itirazı olan? Bir madeni paranın yazı tarafını görüyoruz da, tura tarafını niçin görmeyecekmişiz? Ömür boyu neden tek pencereden bakacakmışız? Birkaç pencereden bakmak niçin ayıp, günah, dahası niçin suç oluyormuş? “Eleştiriden korkmamaya, cesur olmaya çalışalım.” diyen yazar, yalnızca başkalarını değil, sık sık kendimizi de eleştirmemizi istiyor: Kendi partimizi, kendi takımımızı, kendi inancımızı, kendi toplumumuzu…
“Hayata ve insanlara iyilik, güzellik katmak için yola çıkmamış bir ömür ve her türlü çabanın boş ve ahlaksız olduğu”nu belirtip, “İstisnasız her şeye birçok açıdan ve en aykırı şekilde bakmayı göze alamayan bir roman da öylesine ahlak yoksunudur.” diyor ki, bence her yazar, her konuşmacı ve her siyasetçi ilke edinmeli; bu düşünceyi.
Son sınıfa geldiğinde, o yıl uygulanan bir kural gereği, 20 arkadaşıyla birlikte Akşehir Öğretmen Okulu’na gönderilir yazarımız. “Akşehir hayatımda devrim yarattı. (…) Dicle’de görüp yaşamadığımız yığınla güzellik vardı orada. (…) Orada iki öğretmenimin Mehmet Kaya ve Şehmuz Yöntem’in hayatıma, kişiliğime katkılarını ne kadar yazsam yetmez.” diyor ama başka bilgi vermiyor. Keşke biraz anlatsaydı; bu değerli öğretmenleri!
Doğruyu bulmanın, gerçeği yakalamanın en kestirme yolunun kuşku duymak olduğunu da yazmış ki, taş kafalılar dışında kim hayır der buna? Ancak birkaç yıl önce yakından tanıma fırsatını bulduğum bu değerli arkadaş, iki yıl üst üste hem müzik hem beden eğitimi derslerinden bütünlemeye kalır. Ve bu iki öğretmenin karı koca olduğunu özellikle belirtir. İlginç değil mi?
“Kendilerinden en çok korktuğumuz öğretmenler, her zaman beden eğitimi öğretmenleri oldu.” demeyi de unutmaz. Ben de tanık oldum buna. Niçin öyledir? Bu konu üzerinde düşünmek gerekmez mi? İşte o nedenle Dicle’de olduğu gibi Hasanoğlan’da da –bir ikisi dışında- yıldızım hiç barışmadı onlarla. Hani, ‘Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur’ denir ya, bir terslik yok mu, bu sözde? Gerçeklerle bağdaşıyor mu sizce?
Elinde makasla öğrencilerin saçlarını kesmekten zevk duyan sözde öğretmenlerden de söz etmiş, sigara içen öğrencileri pusu kurup yakalayan sonra da tekme tokat dövenlerden de…
Kitapta(*) yer alan arkadaşları gibi, Dicle romanı yazmak isteyenlere pek çok malzeme veriyor; Mehmet Nuri Aslan.
Kim değerlendirir bakalım; bu fırsatı? Kim gerçekleştirir bakalım; bu hayali?
———————————————————————————————-
(*) HOŞOT (DİCLE) ANILARI, Köy Enstitüsü’nden İlköğretmen Okulu’na: Siyah Beyaz Kuşağın Renkli Dünyası, Derleyen: Refik Türk, Ozan Yayıncılık, İstanbul 2024, 320 Sayfa
Hüseyin Erkan
0535 371 74 83























