Gün/aydın dostlarım…
Özlemeyi biliyorsan tebessüm et. Beklemeyi biliyorsan sabret… Sevmeyi biliyorsan… Kollarını aç___________________ Sevgiye başlangıcım ben…
Karmaşa düşünceler…
“Yemin olsun ki, biz insanı topraktan oluşan bir özden yarattık.
Sonra onu çok dayanaklı bir karargâhta bir damlacık yaptık.
Sonra o damlacığı bir embriyo halinde yarattık, sonra o embriyoyu bir et parçası halinde yarattık, sonra o et parçasını bir kemik halinde yarattık ve nihayet o kemiğe de bir et giydirdik. Sonra onu bir başka yaratılışta yeniden kurduk. Yaratıcıların en güzeli Allah’ın kudret ve sanatı ne yücedir! Sonra siz bütün bunların ardından mutlaka öleceksiniz. Sonra siz kıyamet gününde yeniden diriltileceksiniz.
23 Müminun Suresi Ayet 12-16”
İnsanların büyük çoğunluğu benzer şekilde tıpkı bir yaprak misali savrulur durur yaşam içinde. Öyle sıkı bağlanır ki hayata, bir gün öleceğini unuttuğu gibi ölüm sonrasıyla ilgili de kayda değer bir hazırlık yapmaz kendine.
Oysaki ömür; anne karnı ile toprak altındaki iki karanlık arasında yakılan bir kibrit alevi gibidir.
Alev almasıyla sönmesi an meselesidir.
Belki bu dünyadaki yaşantımız için yeryüzündeki insan sayısı kadar farklı hikâye oluşturmak mümkün olabilir.
Ancak başrolde kim olursa olsun yaşama bir su damlacığı olarak başlaması da yaşamının son bulmasıyla toprağın altına konması da değişmeyecektir. Yani aynı başlangıç, aynı son, farklı hikâyeler.
Peki, sizi farklı kılan ne?
Siz nasıl bir hikâyeniz olsun ve bu hikâyenizin sonu nasıl bitsin istiyorsunuz?
Ölümü istemekle ölünse birçok mezar taşsız olurdu!
Ölümle yüzleşmeden önce yüzleşin kendinizle.
Fısıldadı kulağıma sessizce Azrail, “daha vakit var, döneceğim…”
Bu son birkaç aydaki üçüncü karşılaşmamız… Bazen çok zorluyor beni, tutuyor kollarımdan, çekiyor bilinmeyen özgürlüğe doğru, ben de atılıyorum ileri; gözüm yok dünyada, sonra bırakıyor yavaşça, kaybedilmişliklerin kucağına…
Işıktan yoksun odamın nice acılara tanık duvarları anılarına beni de ekliyor ve bekliyor kaderim bir köşede, ağlıyor… Umut ekmedim ki mutluluk biçeyim, çok gerilerde bıraktım hayatı, ben en sapa yollara daldım.
Bir gülümsemenin bile nice kapılar açtığı, insanların aşkı yaşadığı, sevmenin, beklemenin bir anlamı olduğu, bedenlerin kalpleriyle yeşerdiği, gözyaşlarının içimi burktuğu topraklardan uzaktayım artık. Bindiğim bu köhne gemide ne verilmiş sözlerime sadakatim, ne geleceğime dair planlarım var. Kapladı her yanımı anlamsız bir boşluk ve duygulardan yoksun gri bir sis perdesi soğukça sarıyor etrafımı.
Hayatı dolu dolu yaşamak nedir bilir misin?
Koşarak sevdiğine kapıyı açmak, bir çocuğun başını okşamak… Düşene gülmek, ama yine de üzülmek… Delicesine sevmek ve sevilmek için çırpınmak… Güzel bir yemek ve dağ gibi bulaşık… Kısacası iyi kötü anlamı olan şeyleri yaşamak, dolu dolu yaşamak…
Peki, bütün hayatı yaşanılır kılan bu anlamlar yitirilirse? Koşabilir misin seni almadan giden otobüsün arkasından?
Seni ağlatabilir mi “babam ve oğlum” filmi? Önemser misin en yakın dostunun vefasını?
Ya da arayabilir misin seni sevenleri? Bekleyebilir misin döneceğim sana diyenleri?..
Kaybetmenin bile korkusunu attığında yüreğinden, kötü insan olmanın bile tereddüdü yoksa içinde bırakmalısın hayatı ve yırtmalısın kader defterini düşünmeden… Geçen her saniyenin acılar bıraktığı bedenimde “geri dönülemez senetlere” adımı yazıyorum. Ne rüzgârlar okşuyor yanağımı ne de yanağım özlüyor yumuşak bir buseyi. Ellerim ölesiye soğuk, bakışlarım nedensiz… Bir kelebeğin varlığı bile rahatsız ediyor ruhumu, kendimi uzun sürecek yalnızlığa hazırlıyorum…
İnsanoğlu, ne garip, türlü türlü gün görüyor ve her acının daha fazlası yok sanıyor. Sonra beyaz önlüklü insanlar geliyor, korku geliyor, korktuğum başıma geliyor… Her gelişler yeni acılara gebe, her acı uykusuz bir geceye… Günler sonra yorgun düşüyor ruhumu hapseden bu zayıf et duvar, gözlerim en huzursuz kâbuslara kapanıyor…
İyi olacaksın diyorlar bana, yine güldüreceksin insanları ve hain bakışlar atacaksın çevrene. Her gelen korkulu bakışlarını saklayarak bir ünite umut ekliyor bitmek bilmeyen seruma. Şerefsiz serum hiç bitmiyor… Hiç bitmeyen serum gibi her gelen, kendisinin bile inanmadığı cümleler savuran korkak dostlar… Ve ahdediyorum hepsine, iyileşirsem hepinize benden baklava…
Çok değerli hazinelerinden vazgeçip, benimle aynı gemiye almadığım, hatta geminin peşinden sulara atlayıp bana sevgilerini fırlatanlara binlerce özür borçluyum.
Biliyorum hak etmediler vefasızlığımı ve yine biliyorum onlara göre ben yanlış yapıyorum. Ama bu yol, bu ufuksuz deniz paylaşılacak şey değil.
Kimseler sormasın bu dümensiz geminin rotasını, kimseler de bilmesin benden başka. Limansız şehirlerden geçerken el sallamayın bana uzaklardan, umutsuz gözlerle umut vermeyin bana, dedim ya ellerim soğuk ve hissiz. Tutamam ne ellerinizi ne de bana yol gösterecek pusulalarınızı.
Ben biliyorum varlığınızı, gözlerinizden akan yaşlar avuçlarıma düşüyor. Adımın geçtiği her cümle rüzgârlara takılıp geliyor kulağıma, duyuyorum… Ben korkuyu attım yüreğimden, sizler de atın. Korkunca daha çok acıtıyor iğnenin ucu, korkunca daha bir yakıyor Azrail’in bakışı… Bu gemi ya batacak, ya bir yerde karaya çıkacak… Limanlarda beklemeyin beni, kulağınız kapılarda olmasın. Bir gün dönersem bilirsiniz, ben bacadan girerim ansızın…
Gitmek gerek bazen. Her şeyi bırakıp fütursuzca kaçmak gerek.
Toparlanmadan, bir şeyi yerinden kaldırmadan, çayından ya da kahvenden son yudum almadan çekip gitmek gerek.
Yağmur yağarken çıkmak gerek yola. Islak kaldırımlarda çırpınan sulara aldırmadan, büyük bir kuşkuyla, en güzel korkuyla koşmak gerek.
Gitmek lazım bazen… Acılar dilini sivriltsin üzerime, yol kenarlarında gördüğüm papatyalar bir başka baksın, yarınıma ıslak buz gibi bir yalnızlık çıksın. Ve ellerimi, yüreğimi üşütsün ne çıkar. Bedenim titrese tir tir ne çıkar
Yerim yurdum olmasın, tüm kapılar, tüm perdeler kapansın suratıma, gözlerim görmesin aydınlıkları bir daha ne çıkar.
Bir gurbet türküsü yeter benim ardımdan, toprak eş olur yalnızlığıma…
Ve son…
Neredeyim ben burası neresi. Neden bu kadar karanlık hiç ışık yok mu? Herkes nerede? Bu tahtalar da neyin nesi? Kim attı üzerime bu toprağı? Ne oldu bana? Çok karanlık, çok sessiz burası…
Ailem nerede? Dostlarım? Kimse yok mu?..
Sonra düşünürsün bir karmaşadır beyninde ve anlarsın o an “ÖMÜRDE HERSEY GİBİ BİTTİ…” Dersin kendin bile duymazsın sessizliğini. Sonra gülümsediğini görürsün, sessizce kulağına fısıldayan Azrail’in yüzünü.” Döneceğim dedim döndüm bak” diyen sesini. Dünyada son duyduğun son gördüğündür…
Amaçsız yaşayamaz insan. Boş ve faydasız şeyler dahi olsa az çok bir takım hedefler koyar kendine yaşamı içinde. Hep bir şeylere ulaşmaya, bir şeyleri elde etmeye çalışır durur.
Hep bir arayışta, bir şeylerin peşinde bulur kendini. Çoğu zaman sorgulamaz bile hedeflerini. Elde edeceği şeylerin kendisine neler getirip, ondan neler götüreceğini. Çevresel faktörlerin etkisinde kalır. Toplumca belirlenmiş olan idealleri benimser.
Sorgulamaz. Dünyevi pek çok şeye karşı yoğun bir ilgi ve merak duyar. Kendine fayda sağlayıp sağlamayacağına bakmadan sayısız şeyi merak eder de hayatı boyunca bir kez olsun “Neden var oldum?” ya da “Varlığımın bir amacı var mı?” diye sormaz kendine.
Öyle ya kaçımız sorgulamışızdır hayatı? Kimim ben? Neden varım? Varlığımın bir amacı var mı? Varlığımın sonsuz olmadığını biliyorum peki ya öldükten sonra bana ne olacak? gibi pek çok soruyu sormadan kendimize, göçer gideriz bu hayattan.
Peki göçüp gitmeden önce sevdiniz mi Yaratandan dolayı Yaratılanı. Sevmediyseniz acele edin. Sevin hayat sevince güzel ve diyelim her bir cümleye; bu ülkenin sahipleri yalnızca bu ülkeyi karşılıksız seve bilenlerdir… Gönül soframdan gönül sofranıza muhabbet olsun, gecenizden doğan sabahınıza selam olsun…
Umut ve sevgi gönül sofranızın baş tacı olsun…
Gönül soframdan gönül sofranıza sevgi ve muhabbet dolsun… Her bir yüreğe uzun sağlıklı ve mutlu günler dilerim… Sevgi ve muhabbetle…





















