Türkiye’nin içinden geçtiği tarihsel eşik, yalnızca bir yönetim değişikliğini değil, toplumsal dokunun da yeniden biçimlenmesini işaret ediyor. Adına ne derseniz deyin; otoriterleşme, merkezileşmiş karar mekanizmaları ya da post-demokratik kontrol… Aslında tanım açık: bu bir haksız azınlık feodalitesidir.
Tarih bize gösterdi ki feodalitenin modern biçimleri, yalnızca toprağa dayalı iktidar ağlarından ibaret değildir. Bugün bu feodalitenin mülkiyeti, medya tekellerinde, sermaye imtiyazlarında, yargı erkinde ve bürokraside şekil değiştirmiştir. Rousseau’nun “Genel irade halkın çıkarını gözetir; ancak halk çoğu zaman kendi çıkarını bilmez” dediği o meşhur ikilem, günümüz Türkiye’sinde daha da keskinleşmiştir: Halkın iradesi, artık temsil edilmekten çok yönetilmeye, hatta bastırılmaya tabi kılınmaktadır.
Otoriter rejimlerin en güçlü dayanağı, korkuyla sessizleştirilmiş bir toplum yapısıdır. Ama tarihin garip bir ironisi vardır: Sessizlik, sadece boyun eğmenin değil, aynı zamanda yaklaşan direnişin de habercisidir. Tıpkı 1789’da Bastille’in sessizlik içinde bekleyen duvarlarında yankılanan çığlık gibi…
Bugün Türkiye’de bir ses var elbette. Ama bu ses çoğunlukla belli günlere, meydanlara ve sosyal medya etkileşimlerine sıkışmış durumda. Oysa sessiz çığlıklar, en radikal dönüşümlerin alt yapısını hazırlar. Robespierre’in de dediği gibi: “Halkın sessizliği, tiranların cesaretini besler.” Ancak aynı sessizlik, devrimlerin en gür yankılarını da içinde taşır.
Soru şudur: Dağınık bir toplum yapısından değişim doğar mı? Yoksa değişim, tam da o dağınıklığın içinde mayalanır mı?
Fransız Devrimi’nin Jakoben ruhu, parçalanmış bir halkın yeniden birleştiği o tarihsel kırılma anının adıdır. Türkiye de bugün, bir kırılma anının eşiğinde. Siyaset merkezleri halktan uzaklaştıkça, halk merkezin dışında yeni bir siyaset dili kuruyor. Bu, temsili demokrasinin dışına taşan ve giderek doğrudan katılımı talep eden bir halk hareketine evrilme potansiyeli taşıyor.
Feodal yapılar çökerken, onları taşıyan sessizlik de çatırdar. İşte bu yüzden, bugünkü düzenin en büyük korkusu bağıranlar değil, susanlardır. Çünkü bağıranlar denetlenebilir; ama sessizliğin ne zaman yankılanacağını kimse kestiremez.
Türkiye’de bugün olan biten, yalnızca bir politik stratejinin değil, bir zihniyetin krizidir. Halkın iradesi artık tanınmıyor, yönetiliyor. Ve o irade, öfkesini henüz dile dökmediği için hafife alınıyor.
Ancak bilinmelidir ki;
En büyük devrimler, en sessiz suskunluklardan doğar.
Son sözümüz elbette ki “hoşça kalın” olmayacak.
Çünkü bu bir vedalaşma değil, bir başlangıcın öncesidir.























