İki katlı bir evimiz vardı. Bahçesindeki kiraz ağaçlarının tepesine çıkıp gökyüzüne yakın olurduk 1965’li yıllarda… Kulaklarımıza takardık iki

iri kiraz tanesini. Yaz olduğunda bahçesindeki içi su dolu varile çırılçıplak girip keyiflenirdik. Bahçesinde özgür olduğumuz bu evimiz satılıp Cebeci’ye geldiğimizde, henüz on yaşındaydım.
Babam girişimci bir insandı. Sattığımız evin uygun bir yerinde tavukçuluk ile manavcılık bile yapmıştı. O yıllarda Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin Yayın İşleri’nde çalışıyordu. Kafasındaki plan, evimizi satıp Cebeci’den bir ev kiralayıp, kitapçı dükkânı açmaktı. 1968 yılında taşındığımız apartmanın altıncı katı, eski evimizden sonra bana öylesine yüksek gelmişti ki, sanki kiraz ağacındaki gibi gökyüzüyle buluşmuştum. Balkonunda her uçak geçişini seyrettiğimde, onlara el sallar, aşağılara baktığımda ise içimde bir ürperti olurdu.
Babam, elindeki sermaye ile çalıştığı iş yerine yakın ara bir sokakta dükkân tutmuştu. Ailece gidip baktığımızda, küçük bir mekandı ama bize umut vermişti. Burası bizlere nasıl bir hayat sunacaktı, onu da henüz bilmiyorduk. Yeni bir ev, dükkân, çevre, okul, öğretmen ve arkadaşlar beni bekliyordu.

Dükkânımızı boyatıp bir güzel temizledikten sonra raflar yapılmıştı. “Doğan Kitapevi” adını verdiğimiz reklam panosu da asılmıştı. Birkaç gün içinde ambardan büyük koliler gelip raflara yerleşenleri gördükçe keyifleniyorduk. Özellikle tezgâha dizilen o kırtasiye malzemelerinin kolilerden çıkışını seyretmek, oyuncak bulmuş çocuklar gibiydim. Raflara bakıyorum, kitapların yüzlerini görüyordum. Bir köşeye yerleştirilen birkaç kitabı alıp kurcalıyorum. Kemalettin Tuğcu’nun kitaplarıyla, Teksas ve Tommiks kitapları ilgimi çekmişti. Zaman geçtikçe onları uygun bir yerde tek tek okuyordum. Okudukça merakım artıyordu diğer kitaplara.
Günler geçtikçe müşteriler geliyordu. Kardeşlerimle birlikte kitaplarla kırtasiye malzemelerinin yerlerini öğrendiğimiz kadarıyla müşterilere paket yapıyorduk. Artık gece yarılarına kadar dükkanla haşır-neşir oluyorduk. Çocukluk işte… Gündüzleri okul, okul dönüşü ise dükkândı.

Oyun oynamak ise kaçamaklarımızdı. Komşumuz Haydar Amca’nın terzi dükkânı hemen yanımızdaydı. Jilet gibi ütülü elbisesi, siyah beyaz briyantinli saçlarıyla tam bir Amerikan Artistlerini andırırdı. Dükkânımızın yan tarafı ise toprak bir alandı. Burada arkadaşlarla kazdığımız kuyuda misket oyununu oynardık.
Artık dükkânımız güzel işliyordu. Koli koli kitaplar kapımızın önündeydi. Kitaplar artık yüzünü dönmüş, sırt sırta raflarda duruyordu. O dönemlerde kitapların içerikleri ayrışmadığından yerlerini ezberlemek zorundaydık. Ezberlemesine ezberliyorduk ama ufak bir yer değiştirmelerde oldukça zorlu anlar yaşayarak, müşterileri bekletmek zorunda kalıyorduk.
Babam, kitapçı dükkânı yanında yayıncılığa da soyunmuştu. İlk kitabımız, Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Türkkaya Ataöv’ün “Amerikan Emperyalizminin Doğuşu” adlı kitabıydı. Ardından ikinci, üçüncü derken yayınlarımız gittikçe artıyordu.

Gün geldi, dükkânımız küçük gelmeye başladı. Kitapları sığdıracak raf bulamadık. Babam, bu kez cadde üzerinde büyükçe bir dükkân tutmuştu. O da tam Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin karşısındaydı. Bu cadde öyle bir caddeydi ki, öğrenci olayları ile kitlelerin büyük yürüyüşlerine tanık oluyorduk. Bir çırpıda oraya taşınmıştık. Tezgâhlar uzunca, raflar öylesine çoktu ki, gelen ambar arabalarıyla raflar da doluyordu. Müşteriler gittikçe çoğalıyor, öğrenciler ders kitapları almak için kuyruk oluşturuyordu. Kasamız doluyor, dolan kasa arka tarafa götürülüp deste yapılarak bankaya götürülüyordu. Yaşantımız da değişmişti. Dükkânımıza yakın bir yere taşınmıştık. İlerleyen zamanlarda, yayınlarımıza Hasan Hüseyin Korkmazgil, Fikret Otyam, Simone de Beavoir, George Politzer gibi o dönemin ünlü yazarların kitapları basılarak dükkanımızın altında tuttuğumuz depodaki yerlerini alıyordu. Buradan Türkiye’nin birçok kitapçı dükkânına koliler hazırlanıp PTT aracılığıyla gönderiliyor, sonra da bedelleri havale olarak geri dönüyordu. İşler oldukça ilerlemişti.

Dükkân annemin üzerine, babam ise SBF’deki görevine devam ediyordu. Babama yayın işleri de kâfi gelmemişti. Birbirinden değerli otuz altı yayın vermişti. Kendi kitaplarımızı basmak için tuttuğumuz deponun yanındaki alana aldığımız daireyi satıp sermaye yaparak matbaamız açılmıştı. Dizgi ve baskı makineleri kitapçı dükkanımızın altına yerleştirilmişti. Düğmelerine basıldığında, baskı makinesinin arkasından çıkan kâğıtlar, mücellithanede kitap olarak paketleniyordu.
Birçok yazarı hem yayınevimizde hem de matbaamızda tanıdım. (Bu arada, dizgi operatörlüğü ile baskı makinesini çırak olmadan öğrenmiştim.) Aralarında, ünlü Tarihçimiz İlber Ortaylı’nın gittiğim evine hayran kalmıştım. Raflarında o ne derya kitaplardı öyle! Çalışma masasının etrafı kitap, kağıt vs. belgelerle doluydu. Yasaklanan “Yürümek” adlı kitabın yazarı Sevgi Soysal, babamla sık sık sohbete gelirdi. Kısa saçları, gülen yüzü ve kırmızı bisikleti ilgimi çekerdi. Fikret Otyam, İsmail Beşikçi, Hasan Hüseyin Korkmazgil, Muammer Aksoy gibi yazarları babamla sohbet ederken dinlemek keyifliydi.

Her şey dükkân sahibinin “Çıkın, ben burayı satacağım.” demesiyle başladı. Babam, sermayeyi matbaaya yatırdığından dükkânın mülkiyetini alamamıştı. Altın yumurtlayan tavuk kesilmiş ve dükkânımız tasfiye olmuştu. Babam, bir yerde matbaayı tercih etmişti. Günler geçtikçe matbaamız sermaye yönünden zorlanıyordu. Kolay değildi on beş çalışan ve onların SSK Primleri vs. giderleri… Ardından matbaayı da satmak zorunda kaldı. Elindeki paralarla bir takım borçlarımızı kapattı. Kalan parayla Bursa Misi Köyü yakınlarından 2,5 dönümlük bir arsa aldı. (Annem buraya yerleşmediği için orayı daha sonra satmıştı.) Bu arada Edirne Süleoğlu’nda askerdim. Depomuzda yayınlarımızdan oldukça kitap vardı. 12 Eylül ihtilaliyle o kitapları rahmetli annem ve babam bir gecede yırtıp ertesi günü dört kamyon olarak “SEKA”ya göndermişlerdi. Zira işkence ve ölümler kol geziyordu her tarafta…
İşte bizim kitapçılık, yayınevi ve matbaa serüvenimiz…
Bilgi, Remzi, İnkılap, Varlık, DE, Tekin, Cem ve daha birçok popüler yayınevlerinin serüvenleri böyleydi ve birbirine benzerdi faaliyetleri…

Kitapçı dükkânlarında kitaplar, raflarında genelde karışık olurdu. Şimdi öyle mi? İsim yapmış bir kitapçıya girdiğinizde, raflarda Psikoloji, Felsefe, Ekonomi, Klasik, türündeki kitapları aradığınızda tezgâhtara sormadan kendiniz bulabilirsiniz. Hatta seçtiğiniz kitabı koltuk konforunda oturup araştırma keyfini de yaşayabilirsiniz. Kitabınızı aldınız ve canınız onu şöyle bir göz gezdirip bir parça okumak mı istiyorsunuz? Bir köşedeki kafeteryada, çay veya kahvenizi yudumlayarak o keyfi de yaşayabilir ve arkadaşlarınızla birlikte kitaplar hakkında görüş alışverişinde bulunabilirsiniz. Veya bir gün ünlü bir yazarı buralarda, hem söyleşide hem de imzada görebilir ve onunla tanışma fırsatını da yakalayabilirsiniz.
Ülkemizdeki kitapçılığı kısaca anlattıktan sonra esas anlatmak istediğim konuya gelmek istiyorum. Sizlere bir soru, “Dünya’nın en muhteşem kitapçı dükkânı nerededir?” desem, ne yanıt verirsiniz? Belki bazılarınız bilebilir ama bilmeyenler için bu dükkânın Portekiz’in Porto şehrinde olduğunu söyleyim.
Gelin bu ilginç ve tarih kokan kitapçı dükkânını daha yakından tanıyalım.
Dünyanın en güzel kitapçısının adı,”Livraria Lello” 1869 yılında kurulmuş. Jose ve Antanio Lello adlı iki kardeşten Jose, Porto’ya ilk
gelenlerdendi. O kültür adamıydı. Okuma sevgisi, kitap, müzik okulu derken, sürekli kitapçı olma hayalini kurdu. Bulundukları yer, mimari açıdan eşsiz bir mekandı. Açtıkları kitapevlerinin bulunduğu bina, tam anlamıyla tarih kokuyordu. Girişte, iki kardeşin dükkânlarını temsil ettiği bir dizi kabartma figür bulunmaktadır. Ortada genişçe bir merdivenle yukarı çıkılıyor. Çıkarken yukarıya baktığınızda heybetli bir tavan görüyorsunuz. Bu vitray görüntü, sekiz metre uzunluğunda ve üç buçuk metre eninde bir cam yapıdır. Bu
muhteşem mimariyi yapan, Mühendis Xavier Esteves’dir.
Birinci kat, mimari detaylarla doludur. Ahşap, oyma korkuluk, Duvarlarda Art Deco ve alt kattan yükselen muhteşem sütunlar. Merdivenlerin altında Heykeltıraş Abel Salazar tarafından yapılan iki bronz büst bulunmaktadır. Bunlar ünlü yazarlar Cervantes ve Eça de Queirosi’e aittir. Oda boyunca Portekiz’in ünlü yazarlarının büstleri de bulunmaktadır. Yine alt kattaki camekânlı bölmelerde, eski tarihlere ait değerli kitaplar da sergilenmektedir.

Bunları inceleyip gördükten sonra, neden bizim ülkemizde de böyle bir şaheser yaratılmasındı? Tarihi bir mekân olmasa da, ona benzer yapılacak bir mimari özellikteki yerde hoş bir mekân açıla bilinirdi. Artık büyük yayınevleri anlaştıkları ünlü yazarlarla iç içeler… Hem yayınevi hem de kitapevi işletenler, mekânlarının uygun bir yerine edebiyatımıza damgasını vurmuş ünlü yazarların büstlerini yerleştirip, onların edebiyatta kullandıkları materyallerin bir bölümünü de korumalı bir yerde sergileyebilirler. Muhteşem olmaz mı?
Sanat, her zaman güzellikler yaratır…
Keyifli okumalar dilerim.
Ertuğrul Erdoğan
Yirmialtıağustosikibinonsekiz.

















