Gün/aydın dostlarım…
Yasamak sevmektir diyorsan… Yaşama sevincini yitirme…
Kollarını aç… ________________ Benim adım SABAH… Sevgiye başlangıcım ben…
Bu gün sizlere “Güneşin Bahçesinde Binbir Renk” adlı bir öyküler kitabi içinden bir öykü var heybemde. Uzun bir yol geldim geceden sabaha azda yoruldum heybemde ki öyküyü taşırken size getirmek için. E birde serde yaş almışlık var ya. Siz yok canım koca çınar, yok öyle bir şey deseniz bile, baştaki karlar, dizdeki darlar bende artık…
“Ben hikâyeciyim diye sizden ayrı şeyler düşünecek değilim. Sizin düşündüklerinizden başka bir şey de düşünemem. O hâlde bu adamın hikâyesi ne olabilir?.. Sakın benden büyük vakalar beklemeyin, n’olur. Aşkın birçok rengi vardır. Mavi, koyu mavi, kapalı mavi, açık mavi, deniz mavisi, havuz mavisi, okyanus mavisi, gökyüzü mavisi… Sen yeter ki iste!.. Hadi gülümse, bulutlar gitsin!”
Demiş Sait Faik Abasıyanık…
Demiş demesine de anlayanla anlamayana biz gelelim şu öyküyü anlatmaya:
“CEYLAN”“
Kızgın bir güneş… Mustafa, bıçağını ateş gibi yanan büyük kayalardan birine çalıyor. Kaya ağarmış, bembeyaz kesiliyor. Her bir keskin vuruş, Mustafa’nın durulmayan ırmaklar gibi çağlayan, derince, pek de sevecen gönlüne bilediği bıçağın darbeleri gibi korkunç ve umutsuzca iniveriyor.
Kendi sessizliğinde ve gürültüsünde eriyordu Mustafa. İçin için yok oluyordu. Tamamlanamamış bir şiirin son mısraları gibi yapayalnızdı. Kırılmış, mahvolmuş, yosun tutmuş hülyaları ve sararmış hatıralarıyla tek başına kalakalmıştı sanki. Bir güz yağmuru, bir ikindi güneşi gibi olan hayatı, birdenbire sönüvermişti. Ömrü biten yaşlı bir yıldız gibi aniden patlayıvermiş, sonsuzlukta yok olmuştu.
– Buralarda ne yaparsın böyle emmioğlu? Ne diye kolu kanadı kırık bir ceylan yavrusu gibi öksüz garip durursun?..
Hasan, Mustafa’nın köy muhtarı olan amcasının küçük oğulcağızı idi…
– Sorma emmioğlu, sorma. Deşme yaramı, var git yoluna. Benim derdim bana, seninki de sana…
Bırak da yanayım kendi öfkemin körüklediği ateşte, yerin dibine gireyim de sileyim izimi, yağmur yemiş topraktan. Özüme döneyim. Sesi, ruhunda kopan fırtınayı yansıtıyordu.
Hasan, Mustafa’ya tebessüm etti:
– Sen, ak pınarın ak koynunda yatan, süt gibi pak, sema gibi parlak ama öksüz ceylanın hikâyesini
bilir misin?..
Mustafa, oralı olmadı.
– Var git yoluna be insafsız. Anlatırım gitmezsin, söverim gülersin. Bilmem ben ceylan filan. Bir tek beni bilirim, kahrından yanıp tutuşan.
Hasan, ateş misali yanan kayalardan birine oturuverdi.
Mustafa ondan yana bakmadı. Büyük bir kinle bıçağını bilemeye devam etti.
– Bir ceylan varmış, koskoca dağların ardından, güneş babanın ısıttığı, toprak ananın beslediği sık bir ormanda, diye anlatmaya başladı Hasan. Ceylan, anneciği ve atası ile yaşar gidermiş.
Mutlularmış kendilerince. Gel zaman git zaman, fani dünya gereği bu saadetli ve bahtiyar günler elbet bir gün bitivermiş. En karanlık, en ürkütücü, en soğuk ve en gerçek gecelerden birinde semadan bir ışık seli akmış tüm ormana.
Ceylancık gözlerini ovuşturmuş. Yanı başında anneciğini aramış ama bulamamış. Çünkü annesi gök kubbenin de üzerindeymiş, öyle çok yükselmiş ki ceylan göremez olmuş onu. Önce neler olduğunu anlayamamış. Bu yüzden aslında onu hakikate kavuşturacak olan ışık ve semadan hep nefret etmiş.
Hasan bir yandan anlatıyor, bir yandan da yüzünde kara bulutlar dolaşan Mustafa’nın içinde kopan fırtınaları anlamaya çalışıyordu.
Mustafa; dinlemez, umursamaz görünerek siyah gözlerini gök kubbeye çevirdi. Hakikatini arıyordu.
Hasan devam etti:
– İşte yine semaya doğru öyle öfkeyle bakarken ceylan, bir an ak pınara doğru koşmaya başlamış. Kendini atıverecekmiş, böylelikle anneciğine kavuşacakmış.
Mustafa. Körpecik, kuru, kara Mustafa. Dermanını dağların yüceliğinde arayan Mustafa, âşık
Mustafa, gönlü yanık, zihni bulanık, alnı açık Mustafa… Ne güzel, ne çaresiz bir çocuksun.
Ceylan, bütün hırsıyla akan pınara baktığında semaya yani hakikate ulaşamayacağını anlamış.
Çünkü eğer kendini o pınara atsaymış semaya çıkamayacak, aksine yanık tenine, güzel gözlerine hiç de yakışmayacak bir yerde bulacakmış kendini. Şu çirkin ancak zavallıların ait olduğu, cesaret değerinin var olmadığı, alçak bir yerde. Çünkü bu hayatı zaferle sonlandıramayan; hakikatten, gerçekten korkan kimseler gökleri değil yerin dibini hak eder.
Hasan, konuşmasına devam etmedi. Oturduğu çimeni yoldu, kasketini eline alıp sökük iplikleri kopardı…
Mustafa’nın gözlerinden yaşlar süzülüyordu. İçinde biriktirip çoğalttığı zehir, ırmak olup akıyordu göz pınarlarından.
Ceylanın hikâyesi içindeki kor ateşe iyi gelmişti. O da tıpkı ceylanınki gibi sevdasını kaybetmişti.
– Hey Karaoğlan, hey, diye seslendi Hasan, Mustafa’ya. Hâlâ düşünür müsün pınarın akışına kapılıp gidivermeyi?..
Söyle bakayım, senin yârin de pınarın koynuna mı attı kendini?..
Yaşamaktan yoruldu da mı bırakıverdi seni?
Senin gibi bir yiğit, bir aslan yavrusu, narin bir ceylanın, güzel bir yavrunun bile korkmadığı hakikatten, yaşamaktan mı korkacaktı?..
Kara oğlan, sen anlamayacaksın da kim anlayacak âdemoğlunun var olma gayesini?..
Mustafa, vicdanlı bir delikanlıydı. İç çeke çeke gözyaşı döküyordu. Ancak birden duruverdi. Açık alnını gökyüzüne çevirdi. Yüzünden fırtınalar, bulutlar geçti. Gök gürledi, şimşekler çaktı. Aydınlandı sonra Mustafa’nın yüzü. Dudakları aralandı:
– Şerefli bir yaşam kavuşturacaksa bizi, güldürecekse gülmeyen yüzünü sevdamın, yanakları al al olacaksa eğer adını her söyleyişimde, bohçasında küflenen oyalı çemberlerini unutacaksa eğer yaşarız emmioğlu; ağlayarak, sızlayarak, yaşarız elbet, yaşayacağız, dedi…
Fırtına dinmişti. Mustafa, artık dağların yüceliğinde aramıyordu dermanını, çok daha ulu, çok daha kudretli bir güçte bulmuştu onu.”
Mustafa, içimizden biridir. Mustafa benliğimizdir. İnsanın, insan olmanın hikâyesidir bu.
İyi insan olmak, yürek ister…
Hepimiz zaman zaman “ben kimim?..”, “yaşamın anlamı ve amacı nedir?..”, “ben ne için yaşıyorum?..” gibi soruları sormuşuzdur.
“Ben kimim?..” sorusuna farkındalığında olarak cevap verebilen sağlıklı insandır.
Birçoğumuz bize yaşamın ve başkalarının verdiği rolleri oynamaktayız. İyi ana baba olma, iyi eş olma, iyi öğrenci olma, iyi meslek sahibi olma, ahlaklı olma, dindar olma gibi. Bu rollerin birçoğu da hep başkalarını mutlu etmeye yöneliktir.
İnsanlara kim olduğunu sorduğunuzda aldığınız cevap, yetiştiği kültürel ve sosyal bağlamlarına veya rollerine göre önce babayım, önce anneyim, önce Müslümanım, önce Türk’üm, önce doktorum, önce işçiyim gibi tanımlamalardır.
Tüm bunların ötesinde neyiz?.. Önce insanız. “Ben kimim?..” sorusuna rolleri öne çıkararak verilen ben babanızın, ben annenizim, ben Türk’üm, ben Müslümanım, ben devletim, ben polisim, ben askerim, ben zenginim, ben güçlüyüm yanıtları insan olmamızı ve yaşamımıza anlam kazandıran özümüzü geri plana atmaktadır.
İnsanlık özümüz geri plana itildiğinde de, sevgi, insanlık, ilke ve değerler, adalet duygusu ve hakkaniyet, gerçek vicdan kaybolmakta, oynadığımız roller yaşantımıza hâkim olmaktadır. Kendine biçilen rolleri oynayan insan kendi var olma gerçeğinden uzaklaşmakta, gerçek kendiliğini yaşayamamakta, rolü ile özü arasında sıkışıp kalmaktadır.
İnsan olmak o kadar kolay değil..
Etrafımızda yaşanan birçok toplumsal olaya baktıkça zaman zaman insan olmaktan utanıyorum…
Ve acı acı düşünüyorum…
insan olmanın iki ayak üzerinde yürümek ve tüm canlılardan daha fazla yetenekli kılınmak olmadığını nasıl ve ne zaman öğreneceğiz?.. Aslına bakacak olursak, insan olmayı, insan olmanın anlamını ve “ ben bir insanım” demenin değerini eğer istemezsek, hiç kimse öğretemez bize.. Keşke insan olmak esastan tüm güzellikleriyle birlikte bizlere Yaratanın eşsiz armağanıdır diyebilsek.. Anlayacağınız, insan denen bu muhteşem makine ve hiç bir bilgisayarın çözemeyeceği ayrıcalıklı yaratık için söylenecek o kadar çok şey var ki… Neyse son birkaç cümle yazıp konuyu burada kapatacağım. Anlayan anladı zaten öyküyü ve dediklerimi..
Özü, insanın önce kendi kendisiyle barışık olması, sonra da çevresindeki insanlarla bütünleşmenin gereğinin önemini bilmesi uyarısıdır… Yani zenginlikle, tahsil yapmakla, fiziki güzellikle, makam kazanmakla insan olunmuyor. İnsan ve insana dair var olan hassasiyeti yakalamanın yolu tektir ve herkes tarafından da bilinir aslında…
Bu çok özel konu üzerine kafa yoran değerli arkadaşlarım ve yaşama bizim gibi bakanlar bilmelidirler ki, kaybeden bizler değiliz. Asla değiliz. Bizler tüm içtenliğimizle yürüdüğümüz inançlı yolda, dimdik ilerleyeceğiz. İçimiz rahat, yüreğimiz huzur dolu…
Ve bir gün, geçmişte yüzü maskeli, yüreği çamurlaşmış insanlarla mutlaka karşılaşacağız.. O insanlar sizin yüzünüze baktığında mutlaka kızaracak, için içinde olsa rahatsızlık duyacaklardır.. Ya siz… Biliyorum, biliyorum… Sizin her insanı içine alan dev yüreğinizin ortamı ısıtarak mutluluk ışığı saçacağına adım gibi eminim…
Her türlü iyiliği ve kötülüğü kendin de barındıran, kendini dünyanın en akıllı yaratığı sanan, dünyadaki her şeyi ona gönderilmiş sanan bir canlıdır insan. Böyle düşünen hemcinslerimiz yüzünden rahat nefes alıp yaşayamıyoruz. Yani insanı tanımlamak mümkün değildir. Eylemlere bağlı olarak çoğunlukla değişkenlik gösterir. Onun hakkında söylenecek en net tahminler, en şaşmaz öngörüler bile yanılgılarla doludur. Çünkü insanların çoğu, teorisine süslü, pratiğinde yoktur hayatın. “Hamdım, piştim, yandım,” sözündeki son insan olmanın da son evresi yani yandığı halidir.
İnsan olmak sevgi dolu olmak demek, merhametli olmak demek, haddini bilmek demek, herkese ırkçılık yapmadan, insan sınıflandırmadan ve yeryüzünde yaşayan tüm canlıları sevmek sevebilmek demek. Çünkü her şey önce sevmekle başlar, insan olabilmek sevgiden geçer.
Çıkarsız, kötülük düşünmeden, içten ve saf sevmek… Vicdan sahibi olup, hayatta adaleti uygulamaktır ve insan olduğunu bilip ona göre yaşamaktır, özünden kopmamak, ilk haliyle kalmaktır, nefisle savaşmaktır, bir an mağlup bir an alıp olmaktır…
İnsan olmak böyle bir şey işte.. Ne mutlu gerçek insan olabilenlere…
İçleri insanlık adına “İNSAN” sevgisiyle dolup, gülümseyenlere…
Sevin, sevilin, hayat sevince güzel ve diyelim her bir cümleye; atalarımızdan emanet aldığımız bu Vatanın sahipleri yalnızca bu Vatanı karşılıksız seve bilenlerdir…
Gönül soframdan gönül sofranıza sevgi ve muhabbetler gönderiyorum… Hoş kalın, hoşça kalın, sevgiyle hep dostça kalın, bir gün bir yerlerde, yeniden görüşmek ümidiyle…
#öskurşun#






















