Beyoğlu’nda yıllar önce kiraladığımız daire beş katlı bir apartmanın birinci katındaydı. Hala dim dik ayakta duran sağlam bir binaydı.1920’li yıllarında Pera zamanında Rumlar tarafından inşaa edilmiş olduğunu apartmanın dış kapısının hemen üstündeki duvara kazılmış tarihten okuyabiliyorduk.
Dairemizin ön cephesi sokağa, arka cephesi İsmail Rumi Hz.ebedi dinlencesinin bulunduğu bahçeye bakıyordu.
İki oda bir salondan oluşan dairemiz, uzun taş döşeli bir koridorla geniş salon salomanjeye bağlanıyordu. Banyo ve WC bir olan dairemizin en beğendiğim yeri mutfaktı.
Hani tıpkı filmlerde izlediğimiz mutfaklara benzemekteydi. Ihlamur ağaçların gökyüzüne uzandığı, yeşilin her tonunu ayırt edebileceğiniz bir bahçe düşünün… İşte o huzur veren yeşilliğe bakan boydan boya yatay uzanan penceremizden gün dalga dalga süzülürken, her gün aileme yemek pişirmenin zevkini tatmaktaydım.
Mutfağımızın bir de çöp asansörü vardı. Eski yıllarda kullanılıyordu demek.
Yatak odalarımızın biri arka cephede, diğeri ön cepheye bakardı.
Arka yatak odamızın iki sandalye sığacak kadar balkonuna sadece çamaşır asmak ve sigara içmek için çıkardım. Tabi o bölüm sıklıkla soluk aldığım manevi köşemdi.
Kısacası meditasyon köşemiz de diyebilirim.
İşte ilk kez hırsızlık yapmayı da o balkonda planlamıştım.
Şimdi şaşırttı sizleri değil mi?
Bu satırları okurken, ” hırsızlık yaptığını bir yazar neden böyle ulu orta açıklar?” Sorusu aklınızı yanıt vermeye zorlayacaktır biliyorum.
Ne çalacağımı ve nereden çalacağımı sizlere açıklayayım o halde.
…
Tam 30 yıl öncesinin İstanbul’una kısa bir yolculuk yapmaya ne dersiniz?
Hani o kurak, sancılı susuz yıllara…
Ağustos ayının ilk haftasıydı. Akşamdan sabah ezanından önce uyanmayı kafama koymuştum.
Düşün düşün işin içinden çıkamıyordum. Beş nüfusluyduk. Çocuklarım küçüktü. Çamaşır, bulaşık, banyo, vs, kişisel hijyenimiz hep musluktan akacak suya bağlıydı. Her gün yüzümü musluğumuzdan şarıl şarıl eskisi gibi akacak, suyu hayal ediyordum.
Tıss….tıss…
Fısss…fısss…fısss…
O borulardan yayılıp metal ağızdan çıkan hava seslerini bugün dahi buruk bir hüzünle anımsarım.
.
Belediye haftada iki kez tankerle içme suyu dağıtırdı. O su tankeri ben işteyken gelmesi beni ve ailemi sanki çölde susuz kalmış insanların çaresizliğini yüklüyordu.
Üstelik tankere tesadüf etmiş olsam da o içme suyunu hangi kapla evime taşıyacaktım?
Oturduğum daire bize ait değildi ki büyük bir su deposu yaptıralım.
Annem ” koşun gelin su geldi ben bidonları alıp sıraya geçeceğim,” diye telefon açıyor, eşimle ben taksi tutup su kuyruğunu devralıyorduk.
Ah bir de su kavgaları yok muydu? Onu hiç sormayın!
“İnsaf yahu, insan iki bidon alır, diğerlerine de hak tanır…”
“Şuna bakın tam beş çocuğunu sıraya koymuş…”
Yok efendim senin bidonların çok fazla…
Yok tankerde su kalmayacakmış.
Vs…vs …
Elimizdeki 4 bidonla sıramızı beklerken o konuşmaları duymazdan gelirdik.
Neyse efendim, konuyu daha fazla uzatmadan o içme suyunu bir şekilde evimize eşimle birlikte dört bidonla taşıyorduk.
.
O susuz yıllar, çoğu insana iş kapısı da açmasına vesile olmuştu Yer yer özel su istasyonları kurulmuştu. Artık eski İstanbul’da su sakalarının işini, o su istasyonları görmekteydi. Bizler onlardan su satın alıp evimize taşıyorduk.
İstanbul çöldü sanki.
Terkos gölü kurumuştu.
Ömerli barajı susuzdu. Hastane, okul ve kamuya zar zor yetişiyordu.
.
Su nasıl çalacaktım?
Akşam şöyle düşünmüştüm: Camilerde sarnıçlar vardı. Şadırvan vardı. Ee, el yüz yıkama, hijyen suyumuzu oradan neden sağlamayalım? Cemaat abdestini alıyor da biz neden o suyu kullanmayalım?
Eh kararım kesindi. Eşime söylemiş olsam,
” Günah, sakın ha! Su istasyonundan alırız. Paramıza geçer hükmümüz,” der ve asla camiden su almamıza izin vermezdi. Lakin hayat şartları öyle zorluyordu ki bizi. İki çocuk, annem ve biz… Susuz bir hayat. Söyleyin ne kadar dayanılır?
Uyuz mu olalım?
Bitlenelim mi?
Tuvalet sonrasında satın aldığımız içme sularını mı dökelim?
Ya beş kişilik bir ailenin yediği içtiği kapları, o tepeleme biriken bulaşıkları nerede, neyle yıkayıp arıtalım?
Bırakın duş almayı, ya kirlenmiş çamaşırlarımızı nasıl yıkayıp paklayalım?
Borç ödüyor, çocukları okutuyor, vs, maddi sıkıntı çekiyorduk.
İşe giderken dahi yürüyorduk.
Emeklilikte hayallerimizin resmine ulaşmak için, Çanakkale’de denize 150 adımda ulaşabileceğimiz bir arsa satın almıştık. Arsamızın banka kredi borçlarını ödemekle belimiz büküktü.
Kısacası o yıllar zor yıllarımızdı.
Bir tek boğazımızdan kesmiyorduk.
.
Ezan okunmadan bir saat önce cemaat abdest almaya gelmeden camiye varırsam, kimse beni görmeyecekti. Ben de şadırvandan boş bidonlarımı dolduracaktım.
Ve kurulmuş saat gibi yataktan kalktım.
Beş yüz metre uzaklıktaki Kılıç Ali Paşa Camisinden su çalacaktım.
Ayaklarımın ucunda yürüyerek sessizce evden çıktım. Hava aydınlanmamıştı.
Adımlarım hızlı hızlı eşek anırtan Tophane yokuşundan aşağı ilerlerken dudaklarımda ” affet Allah’ım sen biliyorsun içimi,” diye masumane dualarla camiye ulaştım.
Cami kapısından usulca şadırvana doğru yürüdüm ki…
Zınk, diye duraksadım!
Sanki o dakika olduğum yere mıhlanmıştım!
Gördüğüm şey karşısında gözlerime inanamamıştım!
Devam edecek
Emine Pişiren /Kocaeli























