Bana 2. lik ödülü getiren Belkıs Bibi düştü aklıma… Rahmet İle..
Şiddetli kışın karına buzuna meydan okuyarak, yazın da güneşin yakıcılığına aldırmadan yeri öpmeye varan eğilmiş beliyle bastonuna tutunarak yaz-kış her gün gezintiye çıkardı Belkıs Bibi. Ona Anadolu dilinde “hala” anlamına gelen ‘bibi’ diye hitap ederdi herkes. Hiç evlenmemiş; kimi kimsesi de olmadığı için büyük küçük herkes ona hürmet gösterip sever, sayar ve yardım etmeye çalışırdı. Bibi her gün tanıdığı bir komşunun veya akrabasının evine oturmaya giderdi. Akordu bozulmuş titrek ve tiz sesiyle ev halkına ahkâm keser, etliye sütlüye de karışarak sohbet ederdi. Bastonunu sadece yürümesine destek için değil savunma amaçlı da kullanırdı. Özellikle çocuklu evlerde sinek kovalıyor gibi sağa sola sallardı bastonunu sık sık. Yapılan ikramlarla karnını doyurur, akşam yaklaşırken kendisini bir bekleyen varmışçasına geleneksel kuralı bozmadan evine dönerdi karınca adımlarıyla.
Yüz yaşında olduğu söylenirdi. Zayıflıktan kemiğine yapışmış olan buruşuk derisinin altından nerdeyse kılcal damarları bile sayılıyordu. Robadan büzgülü eski bir entarisi vardı. En soğuk günlerde onun üzerine ya solmuş bir yelek veya eski bir hırka giyerdi. Konu komşunun verdiği siyahı solmuş, sağı solu yırtılmış mest ve lastiği olurdu ayaklarında. Çoğunlukla aşağı sarkmış iç pijamasının üzerine rast gele geçirdiği kirinden dolayı rengi anlaşılamayan çorapları, dizlerinden “düştüm düşeceğim” diye bağırırdı. Soğuklara nasıl dayanırdı bilinmez ama yüzünün güldüğü de pek görülmezdi. Genellikle sinirli ve kızgın olurdu. Başında beyaz mı gri mi olduğu bilinmez olmuş tülbenti bulunurdu her zaman. Sabah giderken düzgün olsa da akşam eve döndüğünde bembeyaz saçları harpten çıkmış gibi püskürür tülbenti bir yana kaymış olurdu.
Henüz ilkokula gidiyordum. Oyuna çok düşkün olduğum halde karda kızak kayıyor da olsam, miçi,çelik çomak, ip, top, seksek, ne oynuyor olursam olayım oyunumu terk edip ona koşardım. Evimizin onbeş yirmi metre kadar sağ tarafında oturduğu için bizim oyun alanımızın içinden geçerken görürdüm onu. Baston tutmayan elinden tutarak itinayla, ayağınca yürüyerek ona yardım etmeye çalışırdım. Buz kesmiş elini cebime sokarak evine götürürdüm. Yıkılacak kadar eski, tek odalı kerpiç bir evde yaşıyordu tek başına. Evinin beş-altı basamaklı tahta merdiveni, kırılacağı günlerin geri sayımındaydı adeta. Dış kapısı hakeza; çocuk yaşımda bile iki kere zorlasam kırılacak kadar eskiydi. Her gün eskiliğinden yıkılmaya hazırlanan kapısını siyah upuzun paslı bir kilitle kilitlerdi titreyerek. Anahtarını entarisinin tek gözlü cebinde saklardı.
Zorlanarak çıktığımız merdivenden, girintili çıkıntılı toprak zemini ve duvarlarının sıvası dökülmüş küçük bir ara odaya girilirdi. Burada komşuların ve belediyenin gönderdiği odunlar gelişi güzel atılmış dururdu. En son kaç yıl önce badana yapıldığı belli olmayan duvarlarında kireç ve çamur renkleri alacalı ve çatlaklar içindeydi. Yüksek tavanında kim bilir kaç böcek yuva kurup âlem yapıyordu.
Sağ taraftan yattığı odaya girildiğinde, duvarların dökülen sıvaları ve daracık pencerelerin kasveti iç bunaltırdı. Tavandan sarkan çürük mertekler “aşağı geliyorum” der gibiydiler.
Odanın sağ alt köşesinde yerden bir metre kadar yüksekten akan paslı bir musluk ve musluğun bir metrekarelik çevresi dört parmak yüksekliğinde betonla çevriliydi . “Çağ” denilen bu alan evin hem banyo hem mutfağıydı. Çağın kenarında eski tahta bir raf ve içinde kızılı çıkmış bakır kaplar vardı. Küçücük bir gaz ocağı ve gazlı çakmağı evinin yegâne lüks eşyasıydı. Komşuların gönderdiği yemekleri, titreyen elleriyle ısıtmaya çalıştığı etrafa saçılan yemek döküntülerinden belli olurdu.
Odanın tam ortasında ise çürümekten içinin ateşleri gözüken ve etrafında küllerden tepeler oluşmuş bir saç soba kuruluydu. Yaz kış bu soba dururdu yerinde. Sobanın hemen yanında kırk yamalı bir yer yatağı vardı. Gözünüz kapalı önünden geçseniz umumi tuvalet önünde olduğunuzu sanırdınız kokudan. Yani odaya gireni ilk olarak rutubet, küf, sigara ve idrar kokusu karışımı ağır bir hava karşılardı.
Annemin babaannesiyle Bibi akran oldukları için iyi anlaşırlardı. İkisinin de zayıf gören gözleri, ağır işiten kulakları ve yarısı hatırlanan anıları sayesinde onları dinlerken hoş anlar yaşanırdı. Bir defasında Bibi bizim divana yanını dönerek oturmuş. Onun geldiğini duyan Annemin babaannesi, Bibi’nin sırtının dönük oturduğunu fark etmediği için yanına oturarak “Hoş gelmişsin Belkıs Hatun!” deyip arkasından sarıldığında, Bibi’nin dengesini kaybeden ayakları havaya kalkmış, her ikisi de düşmemek için birbirine tutunma sırasında çıkarttıkları çığlıkları, dilimize pelesenk olmuştu… Gülmek isteyenler için çok iyi malzemeydiler.
Cebinde daima Bafra sigarası olurdu Bibi’nin. Sigarasını yakarken ellerinin titremesi yüzüden sık sık kaşını, kirpiğini yakardı. Çakmağını sigarasına isabet ettiremeyince kızgın bir ses tonuyla yanındakilerden yardım isterdi. Güzel havalarda bizim balkona oturup, sırtını güneşe vererek sigarasını tüttürürdü. Babam onun cebine sık sık sigara paketleri koyduğu için paketi bittiğinde ilk olarak bize gelirdi. Babama uzaktan akraba olduğu için hak iddia ederek yarı muzip bir tavırla anneme “Emmimin oğlunun gününü biraz da ben göreyim. Hep sen mi göreceksin “ diyerek başköşeye otururdu. Kışın sobamızın yanına oturtup hikâyelerini dinlemek iç huzurumuz için iyi bir gıdaydı.
Onun kışın ayazında, buzunda bastonuna dayanarak evine dönüş çabaları merhamet duygularımı uyandırırdı. Elimden gelen tek şey; elinden tutup evine götürmek ve sobasını yakmaktı. Odunların dizilişi ve tutuşturuluşunu annemden gözetler ve onun sobasında uygulardım. Ona yardım ettiğim zaman asılmış suratını yumuşatarak dua ederdi bana. O dua ettikçe çocuk ruhumla gayretim artardı. Dışarıdaki oyunu çoktan unuturdum dua alıyorum diye. Her sözünün başında:” Cennet hatunu olasın! Dert görmeyesin! Allah ne muradın varsa versin!…” gibi sözleri sıraladıktan sonra bir duası daha vardı ki çocuk aklımla onu beğenmezdim. Benim beğenmediğimi bildiği halde bana inat kıs kıs gülerek üzerine basa basa tekrar ederdi. “Hâkim Hanımı olasın! Evinin sultanı olasın!” diye mutlaka eklerdi titrek ses tonuyla. Benimse büyüdüğümde hâkim olma hevesim vardı ama evlenmek mi aman Allah korusun!… ”Ben evlenmeyeceğim Bibi. Hâkim hanımı olmayı istemiyorum. Bana “hâkim olasın!” diye dua et!” diyen ısrarlarıma rağmen çocuk edasıyla omzunu silkeleyerek : ”Demem! ” der, kıs kıs gülerdi. İstediğim duayı bir türlü söyletemiyordum ona.
Bir gün yine elimde kalacak kadar eski olan süpürgesiyle evini süpürüyordum. O da sigarasını tüttürerek aynı duaları tekrarlıyordu bana. Aniden süpürgeyi elimden bırakarak: “Hâkim olasın demezsen süpürmem!” deyip karşısına dikilmiştim. Tehdit edecektim kendi aklımca. Boncuk gibi mavi gözlerini üzerime dikip beni çileden çıkartmak istercesine :
“Demem çatlak, demem! ” dedi.
Benim ısrarlarıma kaşlarını çatıp ellerini sallayarak, kızgın bir halde:
“Hâkim olup nedicin çatlak? Elin herifi kazansın sen de sultanlar gibi ye! Demeeem..! Demem..! ” diye bağırınca korkumdan bir daha tekrar edememiştim.
Aradan kaç yıl geçmişti tam hatırlamıyorum. Bir yaz tatilinde Ankara’dan geldiğimde, onun sobasını yakmaya çalışırken tülbentini tutuşturduğunu ve aynı gece hastanede can verdiğini öğrenmiştim.
Ne zaman onu düşünsem hemen aklıma, bana ısrarla yaptığı duası geliyor. Başarılı bir üniversite öğrencisi olmama rağmen, içimde ukde olarak kaldı çalışma hayatım pek çok sebepler yüzünden. Acaba onun yaptığı dualar yüzünden mi engellerle karşılaşmıştım diye düşünürüm hep. Dua edeyim derken yanlışlıkla beddua mı etmişti acaba bana?(!)
Asuman Soydan






















