AL BENDEN DE O KADAR
nasıl saygı duymam ki ben
korkmadan hiç
karanlığın ortasında
durup bir mum yakanlara.
H.E.
Yıl 1957, aylardan ağustos… Köyüm Gödene’den Akseki’ye, Akseki’den Beyşehir’e, Beyşehir’den Seydişehir’e derken, bu ilçeye bir saat uzaklıktaki Muradiye köyüne de ulaşmıştım sonunda.
Bu bir saatlik yolu birlikte yürüdüğümüz Eğitmen Bey, evlerinin kapısına geldiğinde, “Hediye! Perûze! Biz geldik.”diye ünleyip biraz bekledikten sonra açmıştı kapıyı. Birkaç adım yürüyüp üst kata çıkan merdivenin önüne geldiğimizde, başımı kaldırıp bir baktım ki, yukarıda iki güzel hanım…
Ve onlarda bir merak… Öndeki Eğitmen Bey’di; tamam da, arkadaki genç kimdi? Ablam, biraz tahmin etmiş gibi bakıyordu dikkatle.
Eğitmen Bey’in, “Perûze Hanım, bak kimi getirdim sana? Müjdemi isterim ama!” demesiyle koptu vaveyla.
“Ana!.. Hüseyin, Hüseyin! Canım kardeşim benim!” diyerek öyle bir atılıp sarıldı ki boynuma! Bir yıllık sıla ve kardeş özleminin tüm elektriğini boşalttı vücuduma.
Adının Hediye olduğunu öğrendiğim Eğitmen Bey’in kibar eşi de güler yüzle karşıladı beni.
Hep birlikte geçip oturduk; balkona benzer bir çıkıntısı olan evin yer minderleriyle döşeli köşesine. Güney batıya doğruydu bu çıkıntı. Önü açık… Önce köy evlerinin çatısız toprak damları, sonra dümdüz uzanan ova ve uzakta Seydişehir…
Üç büyüğümün yanında çok konuşan ben olamazdım elbette. Ne sordularsa, onları yanıtladım yalnızca. Şuna dikkat ettim ki, ablam çok saygılı davranıyordu; “baba” ve “anne” dediği bu iki insana. “Bir yıldır görmediğim kardeşim gelmiş” diyerek onları ikinci plana atıvermedi hemen.
Eğitmen Bey, bir sigara sarmak için tabakasını çıkarınca cebinden, “Ben kahveni yaparım hemen baba” diyen ablam kalkıverdi yerinden. Biraz sonra Eğitmen Bey ve Hediye Hanım’a kahvelerini sunarken, “Canım, sana çay mı yapayım, ayran mı?” diye sordu.
Çay yapması için niçin yoracakmışım ki ablamı? “Ayran olsun lütfen!” dedim. Bu sırada eniştem de çıktı geldi: Mustafa’ydı adı. Mustafa Uğurlu… Orta boylu, esmer, sakin bir genç… Ne zayıf, ne şişman… Ve hemen güler yüzle tüm ilgisini ona yöneltti ablam.
Evin önünden kağnılar geçiyordu ara sıra. İster kağnıyla olsun, ister atlı, ister yayan… Hemen hemen herkes, “Eğitmen Bey merhaba! Nasılsınız? Görüyorum ki bir misafiriniz var; gözünüz aydın!” demeden geçip gitmiyordu.
Hem sevgi, hem saygı vardı; ses tonlarında. Ne güzel bir şey sevilmek ve sayılmak! Ne mutlu bunu başarabilenlere! İşte öyle bir insandı; ablamın kayınpederi Eğitmen Bey.
Sonradan öğrendim ki, ikinci eşiymiş Hediye Hanım. İlk eşi öldükten bir süre sonra, ilçeden bu hanımla evlenmiş. Zaten konuşmasından giyinişine varıncaya dek, her halinden belliydi; Hediye Hanım’ın bu köyden olmadığı.
Bir ara, ”Hüseyin yerine, Erkan desem olur mu?” diye sordu Eğitmen Bey. “ Zaten, neredeyse tüm öğretmenlerim Erkan diye çağırır beni. Memnun olurum.” dedim. “Öyleyse kalk Erkan, köy içinde şöyle bir dolaşalım seninle.” deyip kalkıverdi ayağa.
Böyle güzel bir öneriye hayır der miyim ben! Kalktım hemen. Mutfağa doğru, “Biz şöyle bir dolaşıp geleceğiz hanımlar.” diye seslendi Eğitmen Bey.
İnip yürüdük; köyün içine doğru. Vakit akşama yakındı ama güneşin batmasına bir mızraktan fazla yol vardı daha.
“Köy işte, bildiğimiz köy!” diyeceğim ama bildiğim köy değildi bu. Bizim oralarda evler taştandır hep. Buradaysa topraktan… Dağ, tepe yok ki bu çevrede, taş olsun. Toprağı samanla karıştırıp balçık, balçığı bir çeşit tuğla yapıp kurutmuşlar. Kerpiç demişler adına. Eğitmen Bey’inki de dahil, kerpiçti tüm evler.
Benim köyümde de yoktu; kerpiç bir tek ev, Akseki’nin bildiğim çevre köylerinde de…
Ve yine bu köyde bizim yöredeki gibi, hiçbir evin kiremit ya da yonga örtülü bir çatısı yoktu üstünde. Çatıları da topraktı; dümdüz… Bizdeki çardak görevini yapıyordu, bu köydeki evlerin üstü. Çamaşırlarını da burada kurutuyorlardı; bulgurlarını, tarhanalarını da…
Bir baştan bir başa dolaştık köyü. Yeni yapılmış, henüz sıvası tamamlanmamış bir ev gösterdi Eğitmen Bey, köyün doğu yakasında:
“İşte enişten ve ablanların evi bu olacak. Az bir işi kaldı. Tamamlanacak yakında. Bir iki aya kalmaz, taşınırlar. Biz gelinimizden çok memnunuz ama her evli çiftin ayrı bir evi, ayrı bir yuvası olmalı. Doğrusu budur; diye düşünürüm ben.” diye bitirdi sözünü.
“Al benden de o kadar!”
Diyememiştim o gün ama bu güzel düşünceyi tüm kalbimle onaylamıştım sonradan.