AYKIRI KADİR’İ ÇOK SEVDİM BEN
Her millet bir uygarlığa sahip olmalıdır.
Milletler geliştikçe uygarlıklarını da geliştirmeli,
değiştirmeli. Milli kültürden kopulmadığı sürece
çağdaş uygarlığı benimsemenin hiçbir sakıncası “
yoktur.
ZİYA GÖKALP
1958 yazında Antalya/Aksu Öğretmen Okulu’nun son sınıfa geçmiş öğrencileri olarak
yaz çalışmaları için okulda bulunduğumuz sıralarda okul kütüphanesinden alıp okuduğum
Türkçülüğün Esasları kitabı, o güne dek şair olarak sevdiğim Ziya Gökalp’i daha çok sevmeme
neden oldu. Ahmet Haşim, aşkını anlatırken, “Âteş gibi bir nehr akıyordu /Rûhumla o rûhun
arasndan” der ya bir şiirinde, onun gibi bir şey işte.
Gördüm ki, iyi bir şair olduğundan daha çok iyi bir düşünür, seçkin bir fikir adamıydı
Gökalp. 1923’te yayımlanan bu kitaba kadar hiç kimse benzer konuları böylesine
derinlemesine inceleyen bir eser koyamamıştı ortaya.
Evet, kitaptaki kimi sözcükler ve terimler bana oldukça yabancıydı ama genel olarak
ne demek istediğini çok iyi anlıyordum. Zaten o güne dek okuduğum şiirleriyle de dile
getiriyordu; burada anlattığı düşünce ve önerilerinin çoğunu.
Ne yazık ki o günlere dek devletimizi yönetenlerle devlet memurları gibi okuyup
yazmışlarımız da halktan uzak, halktan kopuk yaşamışlar. Yozlaşmış dilleri, din, kültür,
düşünce tarzı ve yaşayışlarıyla halktan uzak mı uzak! Halkın ürettiklerini yiyip içmişler,
topladıkları vergileri har vurup harman savurmuşlar ama o halkı, “Bilgisiz, görgüsüz, cahil”
diye horlamaktan da geri durmamışlar. “Aynı bugünkü gibi” desem, yanlış mı olur acaba?
Yazarımız ilk bölümde ülke olarak çağdaş uygarlık düzeyinden çok gerilerde
olmamızın nedenini araştırıyor; bir doktor gibi önce hastalığın ne olduğunu teşhis etmeye
çalışıyordu. Sağlıkta nasıl ki “teşhis” çok önemliyse toplumsal sorunların çözümünde de
yöntem bu olmalıydı. Hastalık doğru tanımlanırsa, tedavi ona göre yapılırdı.
Bir ülkede halkla devleti yönetenler, halkla okumuşlar, aydınlar, şair ve yazarlar ayrı
dilden konuşup yazarlarsa o ülkenin ilerlemesi mümkün değildir. Öyle ise ilk yapılacak iş, bu
ikiliği ortadan kaldırmaktı. Ulusumuzun büyük çoğunluğunu oluşturan halkımızı, sarayda
yaşayanların ve dahi yalnızca onların anladığı bir dille yazan şair ve yazarların kullandığı
Osmanlıca denen bir dille konuşturmak mümkün olmadığına göre, o dili bırakıp halkın bilip
konuştuğu Türkçe’ye dönmeliydi.
Yani en önemli hastalığımızın tedavisi için ilk yapılacak şey, devletin ve ülkenin her
kademesinde halkın dilini esas almaktı. Gökalp, “Dilde Türkçülük” diyordu buna. Tüm
okullarda, kitaplarda, devlet dairelerinde halkın konuştuğu dil kullanılmalıydı sadece. Dahası
ezan da Türkçe olmalı, tüm dualar ve Kur’an da… 1958’de 16/17 yaşlarında olan ben amasız
ve fakatsız yüzde yüz haklı buluyordum Gökalp’i:
“Geri kalmış toplumların ilerleyip gelişebilmeleri için tarihlerinden uzaklaşmaları,
köklerinden kopmaları gerekir. Oysa bizim gelişip ilerlememiz için, Anadolu’ya gelmeden
önceki tarihimize bakmamız, köklerimize dönmemiz yeter” diyor ve düşüncesini
tarihimizden verdiği örneklerle kanıtlıyordu:
Sözgelişi İngilizler, bir cihan devleti oldukları halde kendi benliklerini unutmadıkları
için başka dillere, başka kültürlere egemen olmuşlardır. Asya Afrika, Amerika ve
Avusturalya’ya gitmiş, gittiği her yerde kendi dilini öğretmiş. Oysa biz, kendi dilimizi
küçümsemiş, yüzyıllardır topraklarında egemen olduğumuz Arap’ın, Acem’in dilini üstün
saymışız.
İngilizlerde tek vatan haini çıkmamasına karşın bizde birçok vatan haini çıkmasının
nedenini öz dilimizden, öz kültürümüzden, öz benliğimizden uzaklaşmak olarak görür
düşünürümüz. ”Öyleyse yalnız dilde değil edebiyat, mimarlık, müzik, heykel, resim gibi tüm
güzel sanatlarda da temelimiz, öz benliğimiz olmalı” görüşünü savunur.
Gökalp’ten 100 yıl sonra bugün, milliyetçi olduklarını haykıranlar da bu görüşü
savunsalar, onlara da büyük saygı duyarım. Diyarbakır/Dicle Öğretmen Okulu mezunu
akademisyen yazar Mehmet Nuri Aslan, internette yayımladığı “Aykırı Kadir Aradı” başlıklı
yazısında yüksekokuldaki sınıf arkadaşını nasıl anlatıyor bakalım:
“Ciddi bir öğrenciydi. Liseyi babasının yanında yurtdışında bitirmişti. Bizim
okuduklarımızı okur, bizden epeyce değişik şeyleri arar bulur ve onları da okurdu. Tiyatro,
sinema, müzik ve tarihle ilgilenirdi. Kim ne olursa olsun, illa farklı bir yerden bakar, ne
düşünüyorsa hiç dolandırmadan çat diye söylerdi.”
İlginç bir öğrenciymiş Aykırı Kadir; değil mi? İzninizle biraz daha tanıyalım onu:
“Karslıydı. Her yaz memleketine gider, okul başlarken kilo kilo kaşarla gelirdi yurda.
Önüne gelene zevkle dağıtırdı. Kars’tan Erzurum’a bir gelişinde otobüsü şehrin girişinde
durduran eli sopalı İslamcı gençler, her yolcuya olduğu gibi ona da bildiği bir sureyi
ezberden Arapça olarak okumasını buyurmuşlar. Ezbere sure bilmeyeni sokmuyorlarmış
şehre. Direneni, bıyıkları çenesine doğru sarkanları ise sorgusuz sualsiz dövüp Kars’a geri
gönderiyorlar ki bu gerçeği bizim yaşlarda olanlar iyi bilir.
Kadir’in onların isteğine o sırada verdiği cevap, uzunca bir zaman okulda ve yurtta
efsane olmuştu:
– Biriniz istediği surenin Türkçesini okusun, ben Arapçasını hemen okurum. Değilse bir
tarafınızı yırtsanız da bir şey okumam. Bildiğinizi yapın.
Katıydı evet, çok da cesurdu. Sıcakkanlı hatta sevimli bir yanı vardı. Konuşurken,
tartışırken sesini yükselttiğini, hele hele öfkelendiğini görmedim hiç. Hepimizden daha
sakin ve olgundu. Ama birçok konuda bizden farklı ve bazen epeyce aykırı düşünür, bunu da
açıkça dile getirirdi.”
Şanlıurfalı yazarımız, Erzurum’da otobüsü durdurup yolculardan Arapça sure
okumalarını isteyen eli sopalı gençlerin İslamcı olduklarını not etmiş ama kendilerine sorsak
“Türk milliyetçisi” olduklarını söyleyeceklerinden hiç kuşkum yok benim.
Sizi bilmem ama Ziya Gökalp gibi Mehmet Nuri Aslan’ın okul arkadaşı Aykırı Kadir’i
de çok sevdim ben.
Hüseyin Erkan