Gün/aydın dostlarım…
Günaydın Türkiye’m, Günaydın Vatanım… Hayırlı Sabahlar.
Özlemeyi biliyorsan tebessüm et. Beklemeyi biliyorsan sabret… Sevmeyi biliyorsan eğer kollarını aç________________ Benim adım ‘SABAH…’ Sevgiye başlangıcım ben…
Bir telaştır gitti, hay ile huy ile dövüş ile küfür ile, dediler bu er meydanıdır ama yakışmadı dillere, yeni bir telaş bekler ki meçhuldür ata binen nereye gider…
HOŞGELDİN ŞEHR-İ RAMAZAN
Ramazan ayında binlerce Müslüman oruç tutarak ibadetlerini yerini getiriyor. Her sene olduğu gibi ramazanın gelmesi ile birlikte camilere mahyalar asılıyor.
Ramazan’ın ilk haftasında camilere asılan mahyalarda sıkça gördüğümüz “Hoş Geldin Ya Şehr-i Ramazan” cümlesinde geçen “şehr-i Ramazan” ifadesidir.
Osmanlı’dan günümüze kadar gelen mahya geleneğinde, Ramazan’ın ilk haftasında camilere asılmış olan Şehri Ramazan ne demek olduğu pek çok kişi tarafından merak ediliyordur. Biliniyordur belki ama bir kez daha anlatalım dedim…
Nedir şehr-i Ramazanın anlamı; Şehr-i Ramazan, aslında “Ramazan ayı” anlamına gelir. Şehr, Arapça’da “ay” anlamında kullanılır. Bunun çoğulu ise, “şuhûr” (aylar) kelimesi olarak bilinir. Dinimizin beş şartından birisi olan oruç tutmak, 12 aydan meydana gelen hicri takvimin dokuzuncu ayında yani Ramazan ayında eda edilir. “Hoşgeldin ya Şehri Ramazan” ifadesi ise, “Hoşgeldin Ramazan Ayı” manasına gelir.
“Şehr-i ramazan” söylemi bazı zamanlarda anlam karışıklığına da yol açabiliyor. Bu kavramın açıklaması yapılırken düşülen yanlışın asıl nedeni ise, ‘şehr’ sözcüğün iki ayrı dilde (Arapça ve Farsça) yazılışlarının aynı ama anlamlarının farklı olmasından kaynaklanır.
Dilimizde yaygın bir şekilde kullanılan ve dilimize yerleşmiş olarak kullanılan ‘şehr’ yani ‘şehir’ sözcüğü Farsça bir kelimedir. Kullanımı oldukça yaygın olduğu için bu sözcük duyulduğu zaman doğal olarak ilk akla gelen ise, “şehir, kent, il” anlamı olarak bilinir. Bu nedenle de “şehr-i ramazan” tamlaması bu anlam doğrultusunda “ramazan şehri” şeklinde açıklanıyor. Hatta bazı kişilere göre “Şehrimize hoş geldin ya ramazan!” şeklinde de yorumlanıyor.
Şimdi hoş geldin 11 ayın Sultanı Ramazan Ayı dedikten sonra kıssadan hisse, kulağımıza küpe olsun diye bırakıverdiğim yazıyı okuyup güne devam edelim mi?.. Fazla zamanınızı almaz 10 dakika bile sürmüyor okuması…
“İYİLER İYİ, KELP BELÂSINI BULUR”
Tasavvuf sohbetlerinde gecen bu sözü ne zaman duysam hatırlasam aklıma 17. yüzyılda yaşayan Divan şairi Nef’i gelir.
Sadrazam Tahir Efendi bir gün Nef’i gibi hiçbir zaman altta kalmayan divan şairini, hiciv ustasını eleştirme gafletinde bulunmuş.
Zamanın yöneticilerini çok ağır sözlerle eleştiren sivri dilli şaire Sadrazam Tahir Efendinin Kelb (köpek) demesi özerine Nef’i nin cevabı divan edebiyatımızın ölümsüz berceste mısraları arasına girer.
“Bize kelb demiş Tahir Efendi
İltifatı bu sözüyle zahirdir
Maliki’dir benim mezhebim zira
İtikadımca kelb, tahirdir…”
(Tahir kelime olarak temiz anlamına gelmektedir aynı zamanda Sadrazamın ismi Tahir olduğundan ve Nefi’nin inancında köpek (kelp) temiz (tahir) sayılmaktadır.)
Gelelim bu açıklamalı girizgâhtan sonra Kıssadan hisse bir hikâyeye…
“Evvel zaman iken, deve tellal iken, saksağan berber iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, ip koptu, beşik devrildi. Anam kaptı maşayı, babam kaptı meşeyi, döndürdüler dört köşeyi. Dar attım kendimi dışarı. Kaç kaçmaz mısın? Vardım bir pazara. Bir at aldım dorudur diye. Bineyim dedim, at bir tekme salladı bana geri dur diye. Padişahın topları ateşe başladı. Topladım gülleleri cebime koydum darıdır diye. Tozu dumana kattım, Edirne’ye yettim. Selimiye minarelerini belime soktum borudur diye. Yakaladılar beni tımarhaneye attılar delidir diye. Babamdan haber geldi, onun eski huyudur diye. Bereket inandılar, tutup beni saldılar. Giderken sordular; orda ne var dediler, bir köy kurmuş keçiler, kurt köye muhtar olmuş, elini veren kolunu almış, diken verenin gülünü almış, damla verenin selini almış, kovan kovan balını almış. Bir kurtmuş ki sormayın. Talkım vermiş ele, salkımı almış ele, ilk lokmayı aşırmış, ikincisinde çomar karşısına dikilmiş, kapanmış mı kapılar. Kapıyı bırakıp, sapı yutmuş, balı bırakmış, hapı yutmuş.”
Neyse uzatmayalım lafı biz söz verdiğimiz hikâyeye başlayalım, başlayalım ki siz beni saat kulesinin yelkovanına takmadan ben yoluma varam… Bu günler zaten Yüce Yaratıcıya en yakın olduğum zaman…
Bir zât varmış. Bu zât; haliyle, tipiyle ihtiyarlığıyla, fakirliğiyle, efendiliğiyle padişahın hoşuna gidermiş.
Padişah bir gün, “Şu adamı bana bir çağırın!” demiş.
Huzuruna getirmişler ve ona sormuş:
– Baba nasılsın?
– İyiler iyi, kelp belâsını bulur, demiş.
– Allah! Bu söz nereden çıktı, diye hoşuna gitmiş padişahın. Ona bir ihsanda bulunmuş:
– Baba sen ara sıra buraya gel, demiş ve adam gitmiş.
Tabi hiç gelmemiş, gelemezmiş.
Fakat padişahın da o söz hoşuna gittiği için onu gördükleri zaman adamlarına çağırtıp, görüşmek istiyormuş. Yine getirmelerini istemiş. Getirdiklerinde:
– Baba nasılsın, diye sormuş.
– İyiler iyi, kelp belâsını bulur, demiş yine.
Padişah bir kâğıt yazıyor, o kâğıdı aşağıda gösteriyor ve ona ihsanda bulunuyorlar, alıp gidiyor.
– Baba sen gel buraya, diyor padişah.
Fakat yine gelmiyor.
Vezir: ‘Padişah o adama ihsan ediyor, diyerekten o zatı kıskanıyor. Ve o gün vezir gelmiyor padişaha.
– Niye gelmedin, diye padişah soruyor ve şöyle konuşma geçiyor aralarında:
– Çok hasta oldum, canım sıkıldı. Hani buraya bir ihtiyar geliyor ya…
-Evet!
– Ben sordum ona. Senin başın niye eğik?
– Padişahın ağzı kokuyor almayayım diye, dedi.
– Benim çok canım sıkıldı, diyor vezir.
– Yahu ben onu seviyorum elimden geleni yapıyorum. Niye böyle söylüyor, diyerek padişah da içten çok kızıyor o zata.
Ve adamlarına bir gün tekrar onu geçerken çağırtıyor.
Ama bu sefer padişahın niyeti bozuk… Fakat bu defa padişah onun durumuna dikkat ediyor. Gene soruyor:
– Baba nasılsın?
– İyiler iyi, kelp belâsını bulur, diyor.
Başı öne eğik bir vaziyette…
Padişah bu sefer de ona tekrar mektup veriyor. Fakat kâğıtta başka yazı var. Şimdi kapıdan çıkar çıkmaz vezir, “Gene ihsan etti!” diye zarfı alıyor. Tabi, hazineye gidecek, alacak diye düşünüyor. Fakat zarfın içinde öyle bir yazı var ki; “Bu zarfı getiren sorgusuz sualsiz yok edilsin!”
Getiren vezir, yazı padişahın yazısı… Yok ediyorlar veziri. Ortalıkta vezir yok!
O adamı tekrar görüyor padişah. Çağırıyor adamı.
– Baba nasılsın?
– İyiler iyi, kelp belâsını bulur!”
– O zarfı ne yaptın?
– Vezir elimden aldı, bir daha vermedi!
– Hah kelp belâsını bulmuş, diyor.
Yani iyiler iyilik, kötüler ise belâsını bulur.
Onun için tavsiyem şu ki; hayatınız boyunca iyi olun!
Size kötülük yapana kötülük yapmayın, hainlik yapana hainlik yapmayın!
Şunu unutmayın! Cezasını o bulacak, siz bulmayın!… Cezasını ‘O’ verecek, siz vermeye kalmayın…
Netice olarak, iyilik eden iyilik, kötülük eden de cezasını bulur ama dünyada ama öbür dünyada…
‘Şimdilik bu kadar… İsabet ettiysem, benden değil, O’ndan. Edemediysem, edeblendir beni ki yâ HU, bir kez daha kapını çalmaya yüzüm olsun!..’
Hayat sevince güzel ve diyelim ki her bir cümleye; bu ülkenin sahipleri yalnızca bu ülkeyi karşılıksız seve bilenlerdir…
Hepimiz için güzelliğin adının gerçekten daima ‘güzellik’ kalacağı ve daima gerçek rollerimiz için sahnede yer alabileceğimiz ömürler diliyorum… Gönül soframdan gönül sofranıza sevgi ve muhabbetler gönderiyorum…Hoş kalın, hoşça kalın, sevgiyle hep dostça kalın, bir yerlerde bir gün görüşmek ümidiyle…
#öskurşun#






















