Sabah gözlerimi açtığımda burnuma mis gibi ekmek ve sucuk kızartma kokusu burnuma gelmişti. Yana tarafıma baktığımda eşimin kalkmış olduğunu gördüm. Oysa her sabah ondan önce ben kalkardım. Kolumdaki Nacar model saatime baktığımda saat 07.15’i göstermekteydi. İşe geç kaldığımızı düşünerek o panikle yataktan fırlayıp doğru banyoya yöneldim. Duş aldıktan sonra üzerimde bornozla mutfağa geçtim.
Masa çok güzel görünüyordu. Geldiğimi fark eden eşim arkası dönük olarak ” Günaydın aşkım” dedi. Ona yanıt vermemiştim. Öylece eşikte duruyor onu izliyordum. Hala kırgınlığım geçmemişti. Tavşan kanı çayları bardaklara doldurduktan sonra bana dönüp gülümsedi.
” Sağlık suların olsun…”
Yine yanıt vermemiştim. Bakışlarımda ki ‘ Bana bir şeyler anlatmak zorundasın,’ benzeri kırılmış ifademi anlamıştı. Uzatmak istemedi. Kendi sandalyesini çekerek oturdu.
Kahvaltısını sessizce yemeğe başladı.
Gece sahura kalkmayınca oruç da tutamıyorduk. Genelde kahvaltıyı ben hazırlardım. Ama o sabah eşim üstlenmişti. Yoo, ne yaparsa yapsın öyle kolay değildi kırgınlığımın geçmesi.
” Bana bir şey anlatmayacak mısın?”
Kızarmış ekmeğine tereyağını sürerken ” Otur lütfen Emine. Geç kalacağız. Kahvaltını et, sonra konuşuruz.”
Bende sandalyemi çekip bir robot gibi kahvaltımı yemeye başlamıştım.
Nışanlıyken şöyle anlaşmıştık:
Birbirimize kırgın olduğumuzda, tartışma havasında olduğumuz anlarda veya her ne sebepten olursa olsun küs dahi olmuş olsak; sofraya küsmeyecektik.
Hayatımda en hızlı yediğim kahvaltıydı. Çayımı bardakta yarım bırakıp masadan kalktım.
Saçımı fönle kuruttuktan sonra aceleyle giyindim. Çantamı alıp antreye tam gidecekken eşim kolumdan tutup beni kendine doğru çekti.
Ceketinin cebinden dörde katlanmış kağıdı bana doğru uzattı.
” Oku lütfen.”
Kağıdı alıp okuduğumda bakışlarım eşimin gözleriyle buluşmuştu. O gözler kan çanağı içindeydiler. Yüzümdeki sert ifade bir anda yumuşamıştı. Ona şefkatle fısıldadım.
” Bilemezdim… Çok çok geçmiş olsun.”
Sarıldık birbirimize. Sonra birden ayrıldım ondan. Kuşkuyla bir nota bir onun yüzüne bakıp sordum:
” Ama bu not bana neden ulaşmadı? Hem bana yazılmış bu notun tekrar sende işi ne?”
Sorularımın yanıtını alma merakım üzüntümü örtmüştü.
Eşim:
” Canım biliyorsun. Eczaneye baş ağrısı ilacı almaya gitmiştim. Tesadüf o eczane de nöbetçi eczaneymiş. Notu yazdım. Benim için endişeleneceğini biliyordum. Sonra da eczane kalfasına notu sana vermesini rica ettim.”
” Ama…” Der demez eliyle dudaklarımı örtüp konuşmamı engellemişti.
Sözlerinin devamını getirdi:
” Çünkü arkadaşlarla ağabeyim eczanenin kapısında beni araçta bekliyorlardı. Acele etmem gerekiyordu.”
İkna olmuş, gibi görünmüştüm. Antrede daha fazla konuşmak anlamsızdı. Eşim usulca koluma dokundu:
“Hadi çıkalım yavrum. İşe gecikeceğiz.”
.
Tabi şimdi siz bu satırları okurken yüzünüzü sıkılmış bir ruh haliyle kırıştıracak ve merak duygunuz katlanacak: ‘Acaba kağıtta ne yazıyordu?’ diye merak edeceksiniz. ‘Yazar yazmayı unuttu galiba,’ diye de düşünebilirsiniz
Daha fazla bekletmeyeceğim gözlerinizi: Ama bu anı hikayemde tahmin rotanızı çizen siz okurlar olacaksınız. Neden mi? Çünkü asıl gerçek çok daha farklıydı. Şimdi pusulada iki olasılıklı not düşülmüş olduğunu yazıyorum.
İlki;
“…Emine, ağabeyim kalp krizi geçirdi. Onu Taksim İlkyardım Hastanesi’ne götürüyorum. Gecikeceğim. Bekleme beni. Sen doğru eve git yavrum. _Tuncay_”
İkincisi;
“…Aşkım, ağabeyim ve iş yerinden Erol ile karşılaştım. İftarı birlikte açacağız. Sen beni bekleme. Biz daha sonra erkek erkek takılacağız…_Tuncay_”
.
İkinci notu okur okumaz anlayışlı bir yüz ifadeyle konuşmam gerekirdi değil mi?
Hayır, yapmadım!
” Evet, makul bir neden. Ama bu notu kime verdin? Ve ben niçin şimdi okuyorum?”
” Hani eczaneye gitmiştim ya. Tabi geciktiğimi anlayınca oraya geleceğini düşünmüştüm. Bak eczanenin not kağıdı. Kağıdın üzerinde de Filiz Eczanesi, yazıyor.”
.
Eşimin bahanesine pek kanmamıştım. Konunun üzerinde tartışacak kadar vaktimiz yoktu. Tartışmayı ertelemiştik.
.
Dışarı çıktığımızda hava aydınlanmıştı.
Hızlı adımlarımızla Üsküdar dolmuşlarının bulunduğu alana doğru koşturduk.
Oysa her sabah karşı yakaya bizi ulaştıracak olan vapurlara binmek için, Zeynepkamil’den Üsküdar’a uzanan 2 km mesafeyi yürürdük.
.
Jeton almak için vapur ailelerinin bulunduğu tarafa giderken eşim ceplerini karıştırdı. Sonra bana dönüp elini açtı. Avucunda sadece 1 tane 2,5 lira vardı.
” Yavrum bende para kalmamış. Sende varsa bozuk verir misin?”
O dakika başımdan aşağıya kaynar sular dökülmez mi!
” Eyvah ki eyvah!”
” Ne oldu?!”
” Cüzdanım…”
Yutkundum. Konuşamıyordum. Elim başında, parmaklarım saçlarımın arasında öylece gişelerin önünde kıvranıyordum. Eşim anlam veremiyordu hareketlerime:
” Konuşsana Emine. Ne oldu? Cüzdanını evde mi unuttun?”
” Yok…Keşke evde unutmuş olsaydım yaa… Keşke…”
Kolumdan çekiştiren eşime öyle mahcup bir ifadeyle baktım ki…Gözlerimden akan yaşları parmak uçlarıyla silmeye başladı.
Gişenin yan kenarına çekip beni sakinleştirmeye çalışıyordu. Gözyaşlarımı kontrol edemiyordum. Yankesicinin çantamdan aşırdığı cüzdanı o dakika anımsamıştım. Dünkü kaybımızı eşimin gecikmesinden dolayı bende oluşan öfke odama saklamıştım.
Gözyaşlarımla burnumun akıntısı birbirine karışmış bir haldeydim. Arabalı vapura binmek için yanımızdan gelen geçen yolcular da şaşkınlıkla bize bakmaktaydılar.
Eşim ceketinin iç cebindeki mendilini bana uzattı.
“Sakin ol lütfen… Ne olduğunu anlatırsan şu üzülmenin nedenini bende anlamış olacağım.”
Burnumu sikerken ;
” Dün fırında pideleri bile alamadım.”
” Anlamadım.Neden alamadın? Bütün para sendeydi..!”
Nemli gözlerimi ona doğru çevirdim.
” Çünkü cüzdanımı çantamın içinden yankesiciler çalmışlardı…”
O dakika öyle korkmuştum ki… Bana bağırıp dövecek diye. Gelişen olumsuz durum karşısında eşim sadece alnına şaplak indirmiş ve bana;
” Canımız sağ olsun. Senden hiçbir şey değerli değil. Hadi sil artık gözyaşlarını. Bir çaresini buluruz,” dedikten sonra gişeye doğru yöneldi. Elindeki 2,5 lirayı gişe memuruna uzatıp bir adet vapur jetonlu aldı. Onu da bana uzatıp başını kalkacak olan arabalı vapura çevirdi.
” Sen git. Müdüre geç kalacağımı söylersin. Bari sen geç kalma…”
” Peki sen…sen nasıl geleceksin? Paran da yok…”
” Yavrum bak son vapur düdüğü …Benim için endişe etme beni. Biraz gecikmeyle geleceğim. Hadi koşşş …”
Kolumdan ileriye doğru iteklemişti beni. Koşturdum.
Son anda kalkan iskeleye atlamıştım. Artık vapurdaydım.
Eşim kıyıdan bana el sallamaktaydı…
…
Emine Pişiren/ Kocaeli