Toprak ana ile ömrünü geçirmiş, hiçbir şekilde köyünden dışarı çıkmamıştı. Toprak ana çok değerli, yalnız büyük şehrin tarihi eserlerini görmek de mutluluk kaynağıdır.” Dediğim hâlde;
“Ana bırakılmaz.” Dedi.
Babamın belli ki, toprak anadan vazgeçmeye niyeti yoktu. Onun her şeyi bağı ve bahçesiydi, toprak ana. “Elim tutmaz, ayağım adımlamazsa ve toprağı işlemeye gücüm yetmezse şehri gezerim.” Dedi. Dediği gibi de oldu. Seksen beş yaşında toprak anayla gönül sohbeti yapsa da artık ekip biçebilme gücünü kendinde bulamıyordu.
Gücü yetmediği için, onu iki haftalığına İstanbul’a yanıma aldım. Buna rağmen, toprağından, bahçesinden ayrıldığına üzüldü. Bu yaştan sonra gezsem ve görsem ne önemi olur ki, havasındaydı.
Bu havayı kırmak için, onu tarihi yerlere götürdüm. Gördüğümüz eserleri anlatarak tanıttım. Günün sonunda “Çok güzel eserler gördüm artık gideyim.” Diyordu. Akşam otururken, “Saraylar, parklar ve surlar kaldı gezmedik. Ayrıca köyde yağışlar kalsın gideriz.” Diyorum. Sonuçta çabalarım meyvesini verdi ve bir ayını doldurdu.
Hazırlandık ve köyün yolunu tuttuk. On sekiz saat yolculuktan sonra ilçeye oradan da köye vardık ve çimene geçtik. Eşyaları kapının önüne bıraktık. Babam bahçenin kenarına kadar yürüdü, hareketsiz kaldı, gözleri daldı ve telaşla sebzeliğe geçti. Çimenlerde çocukların yatıp yuvarlanması gibi, bahçeye yattı, sebze ve çayırların üzerinde yuvarlanmaya başladı. Lahana, pırasa ve pazı yapraklarını koparıyor kokluyor. Toprağa yatıyor, meyve ağaçlarına sarılıyor. Çayırları koparıyor ve otları yoluyordu.
Şaşkınlığım o derece ileri ki, yerimde adeta hareketsiz kaldım. Düşüncem bir türlü durulmadı. Babamı bir ay toprak anasından ayırmakla büyük hata ettiğimi anladım. Allah’ım ne büyük hataydı yaptım. Altın kafesteki kuş bile ah vatanım demiş. Lahana yaprağını koklaması, çiçeğini ağzında çiğnemesi ve pırasa yaprağına da elinde ovuşturması. Ağlayarak yanına gittim. “Babacığım çok özür dilerim. Seni toprağından ayırmamalıydım.” Dedim. Kolundan tuttum ve çimene çıkarttım.
Bahçede yuvarlanması sırasında anahtarlığını düşürmüş. Kapıyı mereğe bıraktığı anahtarla açtık. İçeri girdik. Sanki özgürlüğüne kavuşmuş gibi sevincinden ne yapacağını bilemiyordu. Hemen fırınlı sobayı yaktı. Üzerine ibrikle su koydum. Pencereleri açtı. Divana oturdu. Yün çoraplarını giydi. Sanki gençleşti.
Yanına oturdum, bir süre konuşmadık. “Bundan sonra hiç kimse seni toprağından ayıramaz.” Dedim.
Düşündüm de seksen beş yaşına kadar, toprağından hiç ayrı düşmemiş bir insanı yerinden yurdundan ayırmanın doğru olmadığını yaşayarak gördük. Gerçekleri yaşamak çok çetindir. Bu yaştan sonra babam için tarihi camiler, fındık ocaklarının arası. Köşkler ve tarihi yalılar, ekşi elmanın dibi. Parklar, kara yemişin yanı, İstanbul boğazı, kara ve kırmızı kirazın arası. Tarihi çarşılar, can eriğinin altı. Topkapı Sarayı dut ağacının çevresi.
Babama sordum, “Kapalı çarşı senin için ne ifade ediyor.” Dedim. Bana baktı ve başını salladı. Sıra halindeki gül fidanları.” Dedi.
Babamı arkadaşın lüks arabasıyla eve kadar attık. Baba lüks araba rahat mı diye sordum. Döndü ve “Yürüme gelsem daha iyi olurdu, dizlerim açılırdı.” Dedi.
Köylü ürettikleriyle hayatı değerli kılar. Değerlidir sebzesi, meyvesi ve onları yeşerten yağmuru.
Bir aylık ayrılık bile toprağını ve toprağında yetişeni küstürmüştü. Küstürmekle kalmamış yabani otların istilasına uğramışlardı. Ağaçlar dallarını gereksiz uzatmışlar, güller sürgün vermiş ve çiçek açmayı geciktirmişti.
Aradan geçen on beş yıl sonra sebzelerin diplerini ayıklarken, yuvarlanırken düşürdüğü anahtarlığı buldum. Kapının üzerine astım.
Yağmur ninnisiyle sebze ve meyveleri olgunlaştırmış fakat yabani otlara da ön vermiştir.
Babam pencereden dışarı baktı, toprağım bahçeyi şenlendirecektir.” Dedi.





















