Zombi Ekonomiden Akılcı Geleceğe: Türkiye İçin Bir Kalkınma Muhasebesi
Türkiye, iktisadi kalkınmasını gerçekleştirememiş, potansiyelini üretim ve teknolojiyle destekleyememiş, vasat bir orta gelir tuzağı içinde debelenen bir ülke görünümündedir. Bu çıkmazın sebebi yalnızca ekonomik tercihler değil; aynı zamanda zihinsel bir teslimiyet ve yönetsel zaaflar zinciridir.
Çin örneği üzerinden Türkiye’nin kalkınma potansiyelini tartışmak, sadece bir karşılaştırma değil; aynı zamanda kendimize tutulmuş bir aynadır. Çünkü kalkınma bir kader değil, bir tercihler zinciridir. Doğru tercihler yapılmadığında, ülke geleceği de yanlış bir rotaya savrulur.
Biz ise bu rotadan çoktan çıktık. Ülkenin yönetimini bir kişiye “al senin olsun” dercesine teslim ettiğimiz andan itibaren devlet aklı, kurumsal denge ve toplumsal vizyon aşındı. Bürokrasi, sanayi, akademi ve medya; her biri kendi kabuğuna çekildi. Eleştiren sustu, sorgulayan dışlandı, düşünen yalnızlaştı.
Ben hâlâ bu ülkenin geleceğini dert eden bir birey olarak, gördüklerimi paylaşmak ve bazı farkındalıkları ortaya koymak istiyorum. Bu yazı, sadece bir eleştiri değil; aynı zamanda bir uyarı ve çağrıdır: Türkiye yeniden ayağa kalkabilir — ama bunun yolu akıl, üretim ve ortak vizyonla mümkündür.
1. Çin Ne Yaptı da Başardı?
Dünyanın en büyük şirketlerini listeleyen Forbes Global 2000, Fortune Global 500 veya Global Manufacturer sıralamaları bize şunu gösteriyor: Çin, bu listelere damgasını vuruyor. Veriler oldukça net:
Çin: 139 şirket
ABD: 128 şirket
Japonya: 40 şirket
Almanya: 29 şirket
Peki Çin bu noktaya nasıl geldi?
Stratejik sektörleri belirledi ve uzun vadeli planlarla bu sektörleri destekledi.
Devlete bağlı ama rekabetçi yapılarla çalışan büyük şirketler kurdu.
Teknoloji transferine dayalı bir üretim modeli uyguladı ve zamanla kendi teknolojisini geliştirdi.
Eğitim, mühendislik ve Ar-Ge’yi kalkınmanın temel direkleri olarak gördü.
Bürokratik yapıyı sadakate değil liyakate göre şekillendirdi.
Çin, modern dünyanın kurallarını çözümledi, yerel avantajlarını akılla birleştirdi ve ekonomik bir dev hâline geldi.
Türkiye ise hâlâ günü kurtaran politikalarla “idare etme kültürü” içinde vakit kaybediyor.
2. Türkiye’de Bürokrasinin ve Sanayicinin Çöküşü
Bugün Türkiye’de bürokrasi, adeta içine çökmüş bir klan sistemine dönüşmüş durumda. Aynı kurumda çalışan, hatta aynı sınıftan mezun olan bürokratlar dahi birbirleriyle iletişim kurmuyor. Herkes, dar çevresi içinde, kendi güç alanını korumaya çalışıyor. İş birliği yok. Vizyon yok. Plan yok.
Ankara’da, bir bürokrat diğerini tanımaz. Tanısa bile konuşmaz. Kendi kabilelerinden başkasını düşman sayan bir zihniyet, ortak aklın değil, kurumsal çürümenin habercisidir. Bu yüzden, büyük kamu projeleri başarısız oluyor; bu yüzden halk devlete güvenmiyor.
Sanayiciye gelecek olursak… Durum daha da vahim. Şirketlerimizin büyük çoğunluğu zombi hâlindedir. Üç kuruş kar eden iş insanı, bu karı şirketine değil, kendine harcıyor. Eşine araba, oğluna yazlık, metresine ev… Şirketten para kaçırmak başarı sayılıyor. Ar-Ge yok, patent yok, inovasyon yok.
Bu sistemde “dürüst ve vizyoner olmak” cezalandırılıyor, günü kurtaranlar ödüllendiriliyor. Oysa kalkınma, günü kurtaranlarla değil; geleceği planlayanlarla, geleceğe yatırım yapanlarla olur.
Bugün TMSF bünyesinde 1200 şirket bulunuyor. Yıllarca “özelleştirme” diye kamu varlıklarını satan anlayış, şimdi şirketleri fiilen devletleştirerek çelişkiye düşüyor. “Yaşasın sosyalizm” diyenler olduk, Ama, “halkların kardeşliği”ne asla değinmiyoruz.
3. Türkiye Ne Yapmalı? Hangi Sektörlerle Kalkınabilir?
Küresel rekabetin en yoğun yaşandığı alanlara baktığımızda öne çıkan sektörler şunlardır:
Havacılık ve savunma sanayi
İlaç, kimya ve biyoteknoloji
Enerji ve yenilenebilir teknolojiler
Mühendislik, inşaat malzemeleri ve altyapı
Tarım teknolojileri, gıda ve içecek sektörü
Turizm, sağlık hizmetleri ve otelcilik
Matbaacılık, ambalaj ve baskı sistemleri
Otomotiv ve yedek parça üretimi
Makine ve ulaşım sistemleri
Telekomünikasyon, yazılım ve dijital teknolojiler
Bilişim altyapısı ve siber güvenlik
Mobilya ve orman ürünleri
Tekstil ve perakende inovasyonları
Türkiye bu alanlara yatırım yapmadan, bu alanlarda küresel oyuncular çıkarmadan “büyük ülke” olamaz. Ne yazık ki bugün bırakın küresel rekabeti, yerel pazarda bile nefes alamayan şirketlerle yol alıyoruz.
Türkiye’nin henüz bir 2030 teknolojik vizyonu, bir sanayi strateji planı, ya da bir dijital dönüşüm çerçevesi yok. Bu yoklukta ne kalkınmadan, ne büyümeden, ne de gelecekten söz edilebilir.
4. Nereye Gidiyoruz?
Türkiye bugün ne üretiyor? Hangi sektörde küresel oyuncu? Hangi markasıyla dünyada tanınıyor? Bu sorulara güçlü cevaplarımız yok.
Sadece vergiyle dönen,
İthalatla büyüyen,
Betona yatırım yapan bir ekonomi sonsuza dek sürdürülemez.
Nitekim sürdürülemiyor. Cari açık kapanmıyor.Bütçe patlak, açık veriyor. Devlet faiz belasının içinde savruluyor. Enflasyon düşmüyor. Gençler umutsuz. Beyin göçü, artık istisna değil normali hâline geldi. Ülke, en parlak evlatlarını yitiriyor.
Girişimciler ya yurt dışına kaçıyor, ya da içerde pes ediyor. Zira fikir değil, sadakat değerli. Ar-Ge değil, imaj pazarlanıyor.
Ekonomi adeta zombi hâline gelmiş durumda. Yürür gibi yapıyor ama ölü. Ayakta gibi görünüyor ama içeriden çürümüş durumda.
Türkiye İçin Öğütler – Bir Akıl Manifestosu
Akıl devrimini başlatın.
Siyasi sadakat değil, liyakate dayalı yönetim anlayışı esas olmalıdır. Akıl dışı kadrolarla ülke kalkınmaz.
Tüketimi değil, üretimi kutsayın.
AVM değil, fabrika açan ödüllendirilsin. Gösteriş değil, verimlilik teşvik edilsin.
Stratejik sektörlere odaklanın.
Enerji, savunma, yazılım, tarım ve ileri mühendislik alanlarında millî şirketler desteklenmeli. Devlet, planlayıcı rolünü yeniden üstlenmelidir.
Genç beyinlere yatırım yapın.
Ezbere dayalı eğitim değil, eleştirel düşünceye dayalı sistem kurulmalı. Gençler teknolojiyle, üretimle, inovasyonla buluşturulmalıdır.
Bürokrasiye ruh verin.
Kastlaşmış yapılar dağıtılmalı. Kurumlar arasında iletişim, iş birliği ve güven yeniden inşa edilmelidir.
Zihniyet Değişmeden Hiçbir Şey Değişmez Türkiye, yanlış bir zihniyetin elinde zaman kaybediyor. Geride bıraktığımız yıllar, bir ekonomik mucizenin değil, bir kurumsal çöküşün, bir zihinsel felç halinin, bir kolektif inkârın yıllarıydı. Bu gerçeği artık daha fazla öteleyemeyiz.
Bugün elimizde ne var?
Dağıtılmış kurumlar, itibarsızlaştırılmış liyakat, yandaşlığa teslim olmuş kamu yönetimi.
Kısa vadeli çıkar peşinde koşan bir iş dünyası.
İstihdam yaratamayan, katma değer üretmeyen, dışa bağımlı bir ekonomi.
Bilgiye değil, dedikoduya; üretime değil, tüketime; liyakate değil, sadakate tapan bir toplum yapısı.
İçinde yaşadığımız bu tablo, kader değildir. Bu, yanlış tercihler zincirinin sonucudur. Her seçim bir bedel getirir; biz de yıllardır bu bedeli ödüyoruz.
Ama şu çok açık: Türkiye’nin artık “yama” değil, “yeniden kurulum” ihtiyacı vardır.
Bu, sadece sistemin değil; insanın, zihnin, ahlakın yeniden inşasıdır.
Türkiye’nin meselesi ekonomik değildir; zihinseldir, kültüreldir, yönetseldir.
Çünkü;
Üretmeden zengin olunmaz. Düşünmeden yönetilmez. Sorgulamadan özgür olunmaz. Plan yapmadan kalkınılmaz. Vizyon olmadan devlet olunmaz.
Artık hamasetle karın doymuyor. Boş vaatlerle gelecek kurulmuyor. “Vatan, millet, sakarya” demekle şirketler küresel oyuncu olmuyor. Kahvehane bilgeliğiyle ekonomi yönetilmiyor. Ülke yönetmek, şov değil; ciddiyet, bilgi, ekip işi ve sorumluluk ister.
Bir kişiye “al ülkeyi senin olsun” dediğimiz gün, aslında o ülkenin ortak aklını mezara gömdük. Şimdi mezardan çıkan sadece ekonomik kriz değil; kurumsal çürüme, toplumsal çözülme ve entelektüel boşluktur.
Ama tekrar söyleyelim: Bu bir kader değildir.
Türkiye ayağa kalkabilir. Ama bunun için:
Cesaretle gerçekle yüzleşmek, Akıl ile karar vermek, Ortak aklı inşa etmek,
Ve en önemlisi, zihniyeti topyekûn değiştirmek gerekir.
Bugün değilse ne zaman? Daha ne kadar bekleyeceğiz?
Ne zaman susmaktan, izlemekten, “bana dokunulmasın” demekten vazgeçeceğiz?
Ne zaman çocuklarımız için daha onurlu bir ülke, daha üretken bir ekonomi, daha adil bir düzen kurmayı önceliğimiz yapacağız?
Gerçek şu ki, bu düzen kendi kendine değişmeyecek. Değişim, ancak aklı rehber edinenlerin iradesiyle gelecek.
Ve unutulmamalıdır:
“Kalkınma, akılla başlar. Akıl varsa yol vardır. Yol varsa, umut hep vardır. Ama yol yoksa; ne kalkınma olur, ne devlet kalır.”
Bu ülke yeniden kurulacaksa; bu, cehaletle değil, bilgiyle olacak. Bu ülke kalkınacaksa; bu, rantla değil, üretimle olacak. Bu ülke ayakta kalacaksa; bu, teslimiyetle değil, irade ile olacak.
Artık hamasi masallara değil, akıl çağına ihtiyacımız var.
Türkiye için, çocuklarımız için, gelecek için…
Ya aklı seçeceğiz, ya da karanlıkta debelenmeye devam edeceğiz.























