Türkiye’nin sinema ile tanışması, “Yedinci Sanat”ın tarihi kadar eskidir. 1896 yılında Lumieres Kardeşler’in “sinematograf” adını verdikleri ilk sinema aygıtını keşfetmelerinden hemen ardından Lumieres Kardeşler’in dünyanın dört bir yanına belgesel çekimi için gönderdikleri ekiplerden birinin Türkiye’ye uğradığı sanılmaktadır.
İlk film gösterimi ise 1896 yılında Saray’da II. Abdülhamit için düzenlenmiş, ilk sinema salonları İstanbul’da, İzmir’de ve o dönem Osmanlı topraklarına dahil olan Selanik’te açılmıştır.
Türkiye’de, bilinen ilk film çekiminin Makedonyalı Manakis Kardeşler tarafından gerçekleştirildiği çeşitli tanıklıklarla doğrulanmıştır. Bir Türk tarafından çekilen ilk film ise 14 Kasım 1914 tarihinde (1.Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasının ardından) Fuat Uzkınay yönetiminde ve belgesel niteliğindedir.
Birinci Dünya Savaşı boyunca Türkiye’de sinema adına sürdürülen çalışmalar, savaş koşulları nedeniyle ordu bünyesinde yürütülmüştür. Ordu Film Dairesi’nin bir dönem yöneticiliğini yapan, Türkiye’de ilk sinema salonlarının açılmasına önayak olmuş Sigmund Weinberg, Milli Operet Kumpanyası’nın repertuarında yer alan, Moliere’in ünlü “Zoraki Nikâh” adlı oyunundan yapılan bir uyarlamayı “Himmet Ağa’nın İzdivacı” adıyla filme almıştır. Bu film ülke tarihindeki ilk “konulu film” olmuştur. Sedat Simavi’nin çektiği “Pençe” ve “Casus” isimli filmler ise ardınca gelmiştir.
Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkmasıyla birlikte, Ordu’ya ait her türlü silah, mühimmat ve ekipmanın işgal kuvvetlerine devri zorunlu olunca, Ordu Film Merkezi elindeki tüm olanakları “Malul Gaziler Cemiyeti” adıyla kurulan, (bir bakıma paravan olan) kuruluşa devretmiştir.
Kurtuluş Savaşı’nın zafere ulaşmasıyla birlikte sinemaya dönük faaliyetler yeni bir ivme kazanmıştır. 1922 yılıyla başlayıp, Türk sinema tarihinde “Tiyatrocular Dönemi” olarak adlandırılan; neredeyse bütünüyle Muhsin Ertuğrul’un damgasını taşıyan ve 1939 yılına kadar uzanan bir evre başlamıştır. Tiyatrocular Dönemi, Türk sinemasında tiyatro kökenli sanatçıların bütünüyle egemen oldukları bir süreçtir.
Ardından tiyatronun egemenliğinden kopmuş sinema sanatına yakınlaşma arayışları içinde olan bir kuşağın öne çıkmıştır. Bu dönemin önde gelen sinemacılarının çoğunun ortak özelliği, eğitimlerini yurtdışında yapmış, bu esnada sinema konusunda ya da yakın alanlarda (ses mühendisliği, fotoğraf vb.) çalışma fırsatı bulmuş olmalarıdır.
1948 yılında, Türk sineması konusunda yapılan (sonraki yıllarda önemli etkiler yaratacak) bir yasal düzenlemeyle Belediye Eğlence Resmi’nde yapılan indirim, kısa süre içinde çok sayıda yeni yapım şirketinin kurulmasını ve çekilen film sayısında artışa sebep olmuştur. Bir eğlenme biçimi olarak, sinemanın kitlelerin gündelik yaşam kültüründeki ağırlığı günden güne artmıştır. Sinema endüstrisinin bu sıçrayışına paralel olarak, Türk Sineması’nda yeni bir dilin, duygunun, anlayışın ve tekniğin mayalandığı ve Türk kadınının sinemaya geçişi yapması bu yıllarda olmuştur.
Adı neden Yeşilçam? İstanbul’ un Beyoğlu semtinde Taksim’ e yakın bir alanda bulunan Yeşilçam Sokağı, 1980 öncesinde tüm film şirketlerinin yazıhanesinin bulunduğu bir sokaktır. Türk sinemasının tüm filmleri bu sokaktaki şirketler tarafından üretildiğinden sektör Yeşilçam adı ile anılmıştır. Kısaca Ülkemizin Hollywood‘ una “Yeşilçam” denilmiştir.
Yeşilçam sanatçıları o zamanlarda yokluk içinde film çekimlerine katılmış, çoğunlukla yapımcı ve sanatçılar el ele vererek film çekmeye çalışmışlardır. Öyle ki çekimlerde giyilen kostümler dahi ödünç ya da sanatçıların kendi gardıroplarındandır. Çoğunlukla borç içinde, ödenemeyen oyuncu ve figüran ücretleri ile yapımlar tamamlanmaya çalışılmıştır.
Çeşitli zorluklara göğüs germiş olan Türk Sineması, dayanıklılığın simgesi yaz kış yapraklarını muhafaza eden “Yeşilçam Ağacı” ile özdeşleştirilmiştir.





















