Pandemi yılı olan 2020 yılını bir anlığına hayatımızdan çıkaralım ve geriye doğru Cumhuriyetin ilk kurulduğu yıllara kadar bir yolculuk yapalım. Bilmeyenler de araştırma yaparak öğrenebilirler. Sözü şuraya getirmek istiyorum. Cumhuriyetin ilk yıllarında insanlarımız gerçekten savaş yorgunu ve cahillikle uğraşmak zorundaydı. Eğitimi önemseyerek Köy Enstitülerin kurulması ile bir ışık ülkenin her tarafını aydınlatmaya çalışıyordu ki, şer güçler buna engel olarak ülke eğitimine büyük bir sekte vurmuşlardır.
Ülkemiz işte bu zor koşullarda Atatürk’ün ’öncülüğünde büyük bir eğitim ve üretim hamlesi ile okulları açılmış, fabrikalar ise peş peşe kurularak oluşturulan dinamizm ile halka umut vermişti. Şeker, çimento gibi daha birçok ürünü dışarıdan alan ülkemiz, kurulan fabrikalarla bu ürünleri ihracat yapar hale gelmişti. Sonra neler yaptık neler! Amerika’nın ülkemize süt tozu yardımı ile başlayıp kanımıza girdiği 1950’lili yıllardan sonra gelen onlarca hükumet ülkemize topyekûn bir refahı getiremediler. Bu siyasi süreç içinde herkes bencil davranıp keselerini doldurma ve devleti dolandırmanın yolunu seçtiler. Dış güçlerin kışkırtmaları ile belli dönemlerde oluşan şer odaklarının farklı ideoloji kurbanı oldu. Bir kesime ülkenin bütçesi akarken büyük bir kısmı da ‘Refah refah’ diye, inim inim inlediler!” Dedelerimiz, babalarımız ve günümüz çalışanları çalıştıkça üç kuruş zam artışlarına muhtaç oldular. Aybaşını zor getirdiler. Dedelerimiz, çalışma arkadaşlarından borç alarak hayatlarını idame ettirirken, günümüzde artık memuru, işçisi, köylüsü bankanın yolunu tuttular. Borçlandıkça borçlandılar gırtlağa kadar! Borçlarını ödeyemediklerinde ipotek ettikleri evleri, araçları ve tarlaları ellerinden gitti. Hatta sarı öküzleri bile!
Ülkemizi biz okullarda bölge bölge; ürünleri ile tanıdık. İnciri, tütünü Ege’de, Balıkları göllerimizde, berrak akan derelerinde ve üç tarafı çevrili denizlerinde bildik. Çayı Rize’de, Hayvancılığı her köyde, buğdayı Orta Anadolu’da, Fındığı Ordu, Giresun’da, Narenciye ürünlerini ise Akdeniz’de… Ne bileyim yok yoktu üretilmeyen ülkemizde… Ülkemin güneşi boldu. Bereketli toprakları bir ısıtırdı ürünler fışkırırdı boy boy!
Sahillerinde turist kaynardı zamanında bıraktıkları milyon dövizlerle… Ziyaret eden turistler, “Cennet! Cennet!” derdi, gittikleri ülkelerinde…
Biz barışı severdik önceleri. Çünkü Atatürk “Yurtta barış, dünyada barış” diye bizleri öğütlemişti. Çalışkan olmamızı ve devletin kuruşunu korumamızı da söylevlerinde belirtmişti. Daha ne öğütler ne öğütler, tabi anlayana…
Ormanlarımız yemyeşildi. Yağmurlar deli deli yağmazdı ve önüne katanı da sürüklemezdi fırtınalı selleriyle… Hortum nedir hiç bilmezdik televizyonlarda gösterilmese… İnsanlarımız romantik bir şekilde sevdalılarını koluna taktığı gibi keyifle gezerlerdi. Pikniklere gittiğinde oksijen vardı dağlarında… Şöyle bir seyre daldığında her taraf yemyeşildi çeşit çeşit bitkileriyle.. Birçoğu da Unesco’nun miraslarına girmişti… Ne dağları keldi, ne de dereleri kurumuştu… İnsanlar eğilip su içtikleri bile olurdu kana kana… Kuşları öter ve insanı mest ederdi. Ne şarkılar bestelenir ne şiirler yazılırdı yaylalarında…
Tarihi yerlerimiz deseniz binlerce yıllıktı. Bizlerin çoğu bu değerlerimizi görmediğimiz halde elin turisti kilometrelerce uzaklardan gelerek ülkemizi ilgiyle gezerlerdi. Tarihi eserlerimizi kaçırdılar, umursamadık. ‘Restorasyon yapıyoruz’ diye, binlerce yıllık tarihi eserlerimizin üstünü alüminyum ile kapladık. Absürt çalışmalarla milleti kendimize güldürdük ve nice değerlerimizi de barajların altına gömdük.
Halkımız iş buldukça çalıştı, bulamadı evinde bir şeyler üretip satmaya çalıştı. Öğretmeni bile geçimi zorlaşınca ikinci hatta üçüncü iş demeden çalıştı. Babalarımız gece geç geldi, başka işe devam etmek için. Vergilerin alasını verdi. Hem de içtiği sigara, içki ve benzin gibi dolaylı vergilerin yarısını devlete aktardı. Markete gitti, aldığı üründen verdi. Olmadı, maaşlarından kesildi. Araçları için birkaç maaşını da vergi olarak verdi. Evinin, yolunun yani adım atsa vergi verdi. Oynatmaya az kala delirse de yine de vergisini verdi, vermeye de devam ediyorlar…
Ülkem insanı fedakârdı. Tasarruf yaptı. Yerine göre cebinde parası kalmadı. Yürüdü. Öğle yemeğinden feragat etti, simit yedi. Lokanta kebap yiyenlere imrense de öğle yemeğinde çıkan tatlısını evladına götürdü. Evinde tasarruf etti, iş yerinde de… Parklarda gezmeyi tatil zannetti. Anne babası başka memlekette olmasına rağmen gidemedi. Telefonla hasret giderdi. Sinemaya tiyatroya gidemese de dert etmedi televizyonda önüne sürülen mafya bozuntusu dizileri seyretmek zorunda kaldı.
Bir kesim de vardı ki, yokken harcamaya çalıştı bilinçsizce. Marka giyindi. Onlar kendilerini yedi, hem de kapitallerin ceplerini şişirdi. Ülke dövizlerimizin yurt dışına gitmesine vesile oldular…
Ve neler oldu da zenginleşemedik hep birlikte?
Cumhuriyetin değerlerini birer birer sattık. Genelde alan yabancılar, fabrikaları yıkıp arsalarına göz diktiler. Yabancılara sattık Telekom gibi stratejik kurumlarımızı ve Harrari denilen Lübnan Arap’ı kurumun içini boşaltıp kaçıp gitti. Ankara Park’a gitti 750 milyon dolarımız. Ve daha neler neler saymakla bitmez!
Bir ülkenin bu değerlerini bir kenara bırakalım. Çocuklarımız konusuna gelelim. En önemli değer, çocuklarımızdır. Düşünebiliyor musunuz, Cumhuriyetten bugüne kadar nice Milli Eğitim Bakanları gelip geçti ve ne bütçeler döktük bu uğurda. Peki, tam anlamı ile çocuklarımızı eğitebildik mi? Eğittik ise bu cahillik neden? Ve neden hâlâ yerlere tüküren ve kırmızı ışıkları dinlemeden geçen insanlarımız var? Neden etik kavramı düşünmeden devletin bir kuruşunu düşünmeden harcayan ve israf edenler var? Neden trafikte magandalarımız bol ve sokak ortasında araçların kıçlarını oynatarak drift denen manyakça şeyler yaparlar? Bunu burada o kadar çoğaltabiliriz ki, sayfalarımız yetmez!
Ülke olarak paraları “En büyük bizde olacak.” dürtüsü ile saçtık. Almanlar yıllardır eski havaalanlarını kullanırken biz elimizdekini yenilemek varken, yenisini yaptık. Hastanelerimizi kapatıp yeniden yaptık. Bir kaymakam ile belediye makamının odalarını padişah tefrişatı ile donattılar. Yetmedi arka bölmelerine lüks banyo yaptılar. Milyonlarca işsiz varken ve üniversiteyi bitenler fellik fellik iş ararken ve onlara acilen iş alanları lazımken, statlarımızın el alasını yaptık! Yolları köprüleri yıllara yayarak devlet eliyle yaptırmak varken, bir anda her tarafı otoyola boğduk, sonra bütçeden milyar dolarlar onlara aktı ve akmaya da devam ediyor. Doğmamış çocuklarımız bile şimdiden onlara borçlu hale geldiler. Kim bilir kaç yıl daha sürecek?
Sonuçta ne oldu?
Merkez Bankamızın seçim meydanlarında ‘150 milyar dolarımız var.’ diye övündüğümüz stokları eriyip eksi 50 milyar dolarlara dayandı. Ve kefen parası değdiğimiz akçelerimizi de harcadık.
Çocuklarımız demiştim. Hem de eğitimlerinden bahsetmiştim. Şu günlerde bir milyon çocuğumuzun internete erişemediği belirtilmektedir. Soğuk havalarda telefonlarından çeken yer arayanlar da oldu, ölenler de… İsterseniz lafı daha fazla uzatmadan hani eğitimde, basın özgürlüğünde, refah gibi birçok alanda önlerde olan beyaz zambaklar ülkesi Finlandiya’nın eğitim sistemini birçoğumuz okumuşuzdur. Ve aklıma hep şu soru gelir. “Bu ülkenin eğitim sistemi dünyada tartışılmaz da bizim gibi ülkelerin yönetimleri neden aynısını hayata geçirmezler?”
Bakınız Finlandiya “Geleceğimiz” dedikleri o değerli çocukları için neler yapıyorlar:
Yerel yönetimler eğitime çok önem veriyorlar. Bütçelerinin büyük kısmını çocukların eğitim ve gelişimlerine ayırıyorlar.
Okullar yanı sıra okul servisi, yemekleri,(1948 yılından beri ücretsiz) tüm okul kırtasiye ders ve yardımcı kitapları ücretsiz sunuluyor.
Veliler, okul kantinleri ile yemekhaneleri rahatlıkla denetleyebiliyorlar ve yemek kalitelerini kontrol edebiliyorlar.
Öğrencilerin %54’ü normal okulları tercih ederken, %36’sı mesleki okulları tercih ediyorlar,
Çok katlı binalar yerine geniş bahçeleri olan içinde tek katlı yapıları tercih ediyorlar. Bahçelerinde çocukların gelişimlerini sağlayan oyun alanları mevcut.
Okullarda bahçe ve iç mimarisi öğrencilerin refahı üzerine düzenlenmektedir.
Okullarda merdiven boşluklarının değerlendirilmesi için buraya piyano yerleştirilmiştir.
Bina içindeki boş koridor ve salonlarına rastlanmaz. Çocukların kendi evlerindeki rahatlık sağlanır. Koridorlarda çalışma masaları ve etraflarında bir şeylerle uğraşan çocuklar olur.
Öğrenciler okullarına standart öğrenci kıyafetleri gitmek zorunda değillerdir. Okul ortamında yerine göre çorapları ile de gezebilmektedirler.
Dersliklerin arka bölümünde öğretmenlerin ofisleri bulunmakta ve dersten sonra öğrencilerle burada görüşebiliyorlar.
Öğrenciler akşama kadar derste vakit geçirmiyorlar ve özellikle yeteneklerini geliştirmek için birlikte üretim yerlerini de ziyaret ederek bir tornavida gibi aletleri de tutmasını öğreniyorlar. Özellikle ülke ormanlarla kaplı olduğu için okullarında marangoz atölyeleri de mevcuttur. Çocukları üretime alıştırıyorlar.
Eğitim özel olmadığı için adil ve eşit bir eğitim sistemini her öğrenciye ulaştırmaya çalışıyorlar ve en önemlisi de kaliteli eğitmenler için mücadele ediyorlar. Sonuçta öğrencilerin bireysel yeteneklerini de küçük yaşta keşfederek ileride verimli çalışma ortamlarına sokabiliyorlar ve mutlu bir toplum yaratıyorlar.
Şimdi bir bizim yaptıklarımıza bakalım, bir de onların yaptıklarına… Bizde belediyeler eğitime girer mi? Şu ortamda mümkün değil! Çünkü ülkemizde topyekun bir eğitim politikası yok. Hâlâ birbirimize topal ördek benzetmesi ile çelme atıp duruyoruz. Bir tarafta seküler, diğer tarafta ritüel eğitim sistemi uygulanmaktadır. Bunlar zaman zaman yer değiştirerek ülke bir türlü eğitimde seküler yeknesaklığı yakalayamıyor ve sonuçta, eğitimin çağdaş ülkeler seviyesine çıkmasında ne yazık ki büyük sapmalar oluyor. Ve olan çocuklar ile ülkemizin geleceğine oluyor. Her şey; bir adım ileri, iki adım geri misali…
Ertuğrul ERDOĞAN
erterd@msn.com
yirmiüçocakikibinyirmibir