Pencereden alev, çatıdan rafineri bacası gibi kara duman çıkmaya başlamıştı. Korkunç felaket bir saati geride bırakmıştı. Saçaklar ve çatı çatırdarken, bel vermişti. Çatıdan çıkan kıvılcımlar gök yüzüne ulaşıyordu.
Çalışmalar, üç katlı binayı söndürmekten çok komşu binalara ve dükkanlara sıçramaması içindi. Çünkü, elektrik malzemeleri ve kitapçı dükkanları önemliydi. Alevlerin özellikle kitapçıya sıçraması durumunda yangının merkezi durumuna gelecek ve bina da kül olacaktı. Onun için dükkanlara sular boşaltılıyordu.
İtfaiyeciler büyük bir özveriyle koşturuyorlardı. Fakat içten dükkanlar alevlere yenik düşmesin mi? Yangın yeniden alevlenirken, dükkanlar çıra gibi yanmaya başlamıştı.
Ay, bulutların arkasına saklanmıştı. Zifiri karanlık, mahalleyi sessizliğe bürümüştü. Arkadaş duymuş, bizi de kaldırdı ve çarşıya koşmaya başladık. Elektrik malzemeleri satan dükkân arkadaşın ağabeyi tarafından çalıştırılıyordu. Ağabey de mal almak için büyük şehirdeydi. Arkadaş ile koştuk ama bizi yangına yaklaştırmadılar.
Yangının dehşeti karşısında arkadaş soluk alamadı. Öksürdü, boğulacak gibi oldu. Çocuğuna ağıt yakan ana gibi birbiri peşine nağmeler sıraladı. Kuşların yuvası ve kedinin yavrularını da saydı. Gözlerinin yerine sanki iki tane mat çakıl taşı gelmiş gibiydi. Göz yaşı su olup aktı.
“Mutlu günlerimiz geçiyordu, elektrik malzemeleriyle. O günleri, esefle anacağım herhalde,” dedi. Ay doğdu çevre biraz olsun aydınlandı.
Sabaha karşı beraberce eve geldik. Arkadaş; Uyandığımda huzursuzluk kapladı içimi, bir şeyler eksikti. Sis kapladı beynimi. Soğuk terler döktüm ve olanlara akıl yürütemedim. Dalgalarla kıyıya gidip geliyordum, diyerek dert yandı.
Arkadaşın yüzü canlılığını yitirmiş, donuklaşan gözleri çok şey anlatıyordu.





















