Nasıl dua ederiz?
Avuçlarımızı semaya, kalbimizi ise bizi Var Eden’e emanet ederek…
Ruhun en yalın, en muhtaç haliyle, derin bir huşu içinde…
Değil mi?
Bazen arzularımız mantığın sınırlarını zorlar, bazen imkânsızın kıyısında geziniriz. Ve beklediğimiz o cevap geciktiğinde, hemen inancımızı teraziye çıkarır, sorgularız.
Peki, o anlarda sığındığımız “mantık” nerededir?
Franz Kafka, mantığın sarsılmaz gücünü kabul ederken dahi insanın yaşama arzusunun önünde diz çökeceğini söyler:
“Mantık her ne kadar sarsılmaz olsa da, yaşamak isteyen bir insanın önünde duramazdı.”
Mevlânâ ise aklı bir sultana benzetir ama ekler:
“Akıl padişahı kafesi kırdı mı, kuşların her biri bir yöne uçar.”
Bazen insan, elini uzatsa dokunabileceği gerçeği değil, ruhunun derinliklerinde büyüttüğü o görkemli hayali kovalamak ister. Aşkın ve tutkunun iklimine giren her ruh, mantığın orada nefesinin yetmediğini çoktan anlamıştır.
Dale Carnegie’nin o meşhur tasvirindeki gibi:
“İnsanlar mantıktan çok heyecana tabidirler. Mantığımız; karanlık, fırtınalı bir duygu denizinde yalpalayan küçük bir sandal gibidir.”
Hayatın çetin virajlarında, bizi karar almaya zorlayan o dar boğazlarda kime sığınırız?
İlk durak her zaman kendimizedir.
Zihnimizin tozlu raflarını karıştırır, bilgi ve yetenek dağarcığımızı açarız. İç sesimiz bir dua gibi değil, bir emir gibi yineler: “Mantıklı ol, aklını kullan!”
Ama… Bir “ama” gelir ve her şeyi değiştirir.
Öyle bir an gelir ki ne zekâ yeter ne de strateji. Yol biter, söz tükenir ve işimiz sadece Yaradan’a kalır. Napolyon,
“Akıl neyi göze alıyorsa, cesaret onu başarabilir,” diyerek yürekleri körüklese de, hayatın vahşi ormanında Platon’un rasyonelliği bile bazen çaresizliğin kucağına düşebilir.
Mantık bazen yorulur, düşünce bazen fakirleşir; işte o an akıl, kibrin gölgesinde ukalalaşmaya başlar.
”Ne yapacağımı, hangi yoldan gideceğimi bilemiyorum,” diye feryat etmediğimiz tek bir gün var mıdır?
Duygu frenlerimizin patladığı o ıssız anlarda ne yapmalı?
Gelin, bu düşünceyi yaşanmış küçük bir özyaşam öyküyle taçlandıralım:
Uluslararası bir doğa yürüyüşünde, final etabına bir Fransız, bir İngiliz ve bir Türk dağcı kalmış. Önlerine heybetli bir dağ çıkmış; tırmanmışlar. Karanlık bir mağaraya sığınmış, fırtınanın dinmesini beklemişler. Yolun sonunda karşılarına hırçın, geçit vermez bir nehir çıkmış. Ya geri dönecekler ya da canları pahasına karşıya geçeceklerdir.
Üçü de nehrin kıyısında, kendi kaderleriyle baş başa kalıp duaya durmuşlar.
Fransız;
“Tanrım, karşıya geçmem için kollarıma güç ver!” demiş ve dalmış sulara. Akıntıyla iki saat boğuşmuş, dermanı tükenmiş ama bir mucizeyle karşı kıyıya varmış.
İngiliz;
“Tanrım, bana güç ve bir araç lütfet!” diye yakarmış. Hemen oradaki bambuları kesip kendine bir sal yapmış. İki saatlik amansız bir savaşın ardından o da karşıya ulaşmış.
Sıra Türk dağcıya gelmiş. O ise şöyle dua etmiş:
“Allah’ım, karşıya geçebilmem için bana akıl, mantık ve sezgi gücü ver.”
Duası biter bitmez, yola çıkmadan önce yanına aldığı ama unuttuğu o küçük harita gelmiş aklına. Çantasını açmış, haritayı sermiş. Bir de bakmış ki, sadece 300 metre ötede, ağaçların arasına gizlenmiş bir asma köprü var. Ne hırçın sularla boğuşmuş ne de ömründen ömür vermiş; on dakika içinde köprüden vakarla yürüyüp karşıya geçmiş.
Peki, bu bir tesadüf müdür?
Bu hikâyede hedefi bulan, sadece bir “kağıt parçası” mıydı?
Elbette hayır. O dağcı yorgundu, tükenmişti. Ancak o son noktada zihnini inancıyla, enerjisini duasıyla besledi.
Çünkü kalbin, hiçbir mantık kurala sığmayan kendine özgü bir sezgi şimşeği gibi zekâsı vardır.
Bazen cevap yanı başımızdadır ama onu görmek için aklın kibrinden sıyrılıp kalbin ferasetine sığınmak gerekir. Bir harita, bir köprü ve bir dua…
Ne dersiniz?
Emine Pişiren/ Akçay























