İstanbul’da yaşadığım yıllarımdan kalma bir anımı sizlerle paylaşmak istiyorum.
Yıl 1988…
Aylık maaşımı almak üzere bankama gitmiştim.
İçeri adımımı atar atmaz öyle şaşırdım ki herkesin duyabileceği bir nidayla seslice ” Eyvah!” Dediğimi bugün bile anımsıyorum.
Sabah sabah bekleme kuyruğu çok uzundu. Üstelik çalıştığım iş yerinden kısa süreliğine izin almıştım. İçim bir serçenin pır pır telaşlıyla sabırsızdı.
O yıllarda bankalarda henüz numaratörler yoktu. İnsanlar kuyruğa girerlerdi. Tam kuyrukta ki sıramı almıştım ki arkamda yetmişli yaşlarda bir bey belirdi. Ayakta duracak, gibi değildi. Elindeki bastondan destek alıyordu ama yine de ayakta zor duruyordu. On dakika beklemiş olsa yere düşecek gibiydi. Biraz bekledikten sonra yürek sesime kulak verdim. ‘Aman sanane,’ diyemedim.
Yaşlı beyefendiye dönüp cam kenarındaki boş koltuklardan birini işaret etmiştim:
” Beyefendi, siz isterseniz şu koltuklardan birinde sıranızı bekleyebilirsiniz. Ben size haber veririm.”
Beyefendi koltuklara doğru ilerlemeden önce yüzüme minnetli bir gülüş uzatıp” Peki kızım,” teşekkür etmişti.
Sıra bana gelince beyefendiye seslenip sıramı ona vermek istemiştim ki olan olmultu!
Arkamdaki insanlar sanki o anı beklemişlerdi. Kıyamet kopardılar. Vay efendim yaşlıysa gitseymiş huzu evine, yok efendim çocuklarına vekalet verseymiş, olur mu böyle sırayı aşmak? Vs…Vs…
Beyefendi duyduğu sözlere tek tepkisi kimliğini iç cebine yerleştirip “Herkesten özür dilerim,” demiş ve bastonuna tutuna tutuna yanımızdan ayrılmıştı.
O dakika hissettiğim duygularımı size nasıl sözel resmedeyim ki?
Anlatılmaz derecede o anı üzülerek yoğun yaşıyordum. Öfke burnumun ucunu acıtmaktaydı. Arkamda hală söylenmekte olan o insanları tek tek süzdüm. Her birinin yüzündeki ifade aynıydı. Yüzleri ekşi muşmula yemişler gibi buruşuktu. Onlara aynı ifadeyle bakıp “Yazıklar olsun size!” Der demez ben de işlem yapmamıştım. Sıradan çıkıp yaşlı beyin peşi sıra adımlarımı hızlandırdım.
Tam bankadan çıkarken ona yetişmiştim. Kolundan usulca dokunup sesime yumuşak bir renk verdim:
“Beyefendi, rica etsem lütfen benimle gelir misiniz?”
Şaşırmıştı. Yüzünde üzünçlü, kederli bir ifade vardı:
“Ah be kızım! Benim yüzünden siz de sıranızdan oldunuz. Sıkıntı değil. Yarın daha erken gelirim.”
Ah, bir de hoşgörülüydü. Yüzündeki ifadeden anladım ki onuru yara almıştı. Eh, ben de hoş olmayan, az önceki o kareyi temize çekmek için aklımdan geçeni uygulanmaz mıyım?
Yinelemiştim davetimi:
“Ah olur mu? Hem de buraya kadar gelip de maaş almamak!.. Hiç akıl kârı değil ki…Siz lütfen gelin benimle. Bankanın müdürünü tanıyorum. Bizimle ilgilenecektir.”
Sözlerimin ardından ona kolumu uzatmıştım. Hiç de naz etmedi. Hatta hoş bir espri de yapmıştı:
“Sabah sabah böyle güzel bir hanımefendinin yürüyüş davetini reddetmek, asıl akıl dışıdır.”
Müdüre hanımı yaşadığımız bir olayda tanımıştım. Küçük ama önemli bir sorunu çözmüştük birlikte. Veznedar bana fazla para üstü vermişti. Aslında para verilirken de alınırken de sayılması gerekir. Nedense o gün veznedara güvenmiş, paramı saymamıştım.
Eve geldiğimde parayı saydığımda fazlalığı fark etmiştim.
Bir gün sonra bankaya gidip fazlalığı iade etmiştim. Veznedarın açığını kapatmıştım. İşte o gün müdüre hanımla köpüklü kahve içip biraz sohbet etmiştik. Veda esnasında bana ne zaman yolum düşerse uğramamı istemişti.
Onun “açık kahve içme davetini” hiç kullanmamıştım. Ama o gün beyefendiyle birlikte davete icabet edecektik.
Devam edecek
Emine Pişiren/Akçay























