Bu gün öğleden sonra eski bir öğrencim ziyaretime geldi. Burada meslek lisesinde çalışırken öğrencimdi.
Ben liseden ayrıldıktan sonra da devam ediyordu okula. Mezun olduktan sonra Felsefe bölümünü kazanmış, okumuş. 4 Yıl.
İlk defa felsefe bölümü mezunu bir eski öğrencim oldu.
Kursiyerlerle derse devam ederken biraz eskilerden bahsettim. Eski öğrencilerimden. Opera sanatçısı eski bir öğrencim bile var, dedim.
Öğrenciliği zamanlarında hiç fark etmediğim bir yetenekmiş. Normalde, öğrencilerim bilgisayarcı veya elektronikçi olsalar da, onlardaki
farklı beceri ve yetenekleri tam görebildiğimi düşünürdüm, fakat operacı öğrencim yanılttı beni.
Kendi yanılgılarının insanın hoşuna gittiği nadir zamanlar varmış.
Sonra, felsefeci öğrencimle kurumun arkasındaki çay bahçesinde bir muhabbete koyulduk. Kısa fakat yine de yoğunluklu bir muhabbet oldu.
Onu liseden iyi tanıdığım için, sonrasında ise felsefe bölümünü bitirdiğinden dolayı, bakış açılarının nasıl değiştiğine ilişkin bir değerlendirme
yaptım içimden. Elbette insanın bakışı genişler, felsefe konusunda. İslam dini tarihindeki “evrimci alimler” konusuna eğilmediğini söyledi, ben sorunca.
Bakmasının faydalı olabileceğini söyledim.
Bilgisayarla da ilişiğini kesmemiş. E-ticaret konusunda bir iki iş fikrinin olduğunu söyledi.
O konularda biraz konuştuktan sonra ayrıldı. Sonra görüşmek üzere.
Hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını anlama konusunda epey bir ilerleme göstermiş. Temel mesele; sorgulayıcı olmaktır.
Fakat, her sorgulayıp sonuca vardırdığınız şeyi de açık edemiyorsunuz bazen veya çoğu zaman. Ormanın dışına çıkan sizsiniz.
Sonra ormana tekrar girip, ormandakilere dışarıdan neyin nasıl göründüğünü anlattığınızda -en iyimser olasılıkla- hayalci bir şair olarak
anılmanız mümkün oluyor. Bir de ormanın sahibi konusu var ki; bundan hoşlanmayabilir orman sahibi.
Ormanın dışında çöl de değerlidir hep çöl sakini olmuş çöl konakçıları için.
Bir ormanın içinde ağaçları görürüz fakat ormanı göremeyiz. Ormanın dışında bir çölde ise sanki çöl sizi görür gibi olmaya başlar, biraz da
güneşi kafaya yiyince.
Hareket halinde olmak iyidir, yani.
Minibüsü alınca, yakın da olsa tenha yerlere gidiyordum. Güneşlik, kamp masası, sandalye, su, seyyar ocak… Manastır koyu’nun biraz daha berisindeki, genelde akşamları alemcilerin kullandığı küçük-mikro koylara eğliyordum minibüsü. Akşam karanlığına sarkıtmıyordum seyri-dinlenceyi.
Manastır koy’u kalabalık oluyordu tabii. Fazla rahatsız etmiyordu beni yarım kilometre uzaklıktaki kalabalık.
Ara ara o taraftan benim olduğu tarafa doğru kısa yürüyüşler için çıkanlar gelip geçiyordu.
O günlerin birinde, yine kamp yerimin önünden geçen iki adamı hiç unutmadım. Bu iki adam Ankaralı idi. Arkamdaki,
hektarlaca makilik alanlardan bahsediyorlardı. İmara açılacak çok yer… dedi biri.
Lanoliy! dedim. O günden bu güne ara ara hatırlayınca o konuşmaları, yine diyorum lanoliy!
Sonra peşi sıra lanacaba! diyorum.
Didim‘deki Rant atışmalarında, herkes bir yorum yapıyor tabii. Bazen de diyorum; bu atışmalar kurgu mu acaba? diye.
Yani daha büyük bir olayı saklamak için kurgulanmış rant tiyatrosu mu? En son olay bir otel hikayesi. Otel dediğiniz şey,
daha büyük rantiye yerleri “değerlendirilecek” olduğunda devede tüy sayılır. Oralar çok değerli yerler. Ben minibüsümle gittim,
bedava konaklayabildim.
…
Bu korona hikayeleri de biraz öyle gibime geliyor. Lanoliy! diye konuya giriyorum kendi kafamda. Görünürde;
iki taraf varmış gibi duruyor; yani, korona vardır-tehlikelidir veya korona vardır-abartılıyor gibi iki taraf gözüküyor.
Fakat esasında iki karşıt gibi duran şeyi kurgulayanlar başka bir şey saklıyorlar mı, diye Lanacaba! devreye giriyor.
Veya;
aşı olsun- aşı olmasın karşıt öğeleri. Biz bu tür şeylerle uğraşırken dikkatten kaçırılmak istenen şeyler de olabilir.
…
Pek çok örnek verilebilir tabii. Karşıtları “kurup” savaştırıp- sonrasında izleyenlere aslında istenilen sentezi ettirtip veya
ettirtmeyip hedefe ulaşmak.
…
Ben aslında devletlerin olduğundan da şüpheliyim. Şaka devletleri.