Ortaokul son sınıfta, İlçe Halk Kütüphanesine gidip üye olup alıp okuduğum Halide Edip’in Meşrutiyet yıllarında doğu-batı kültür etkileşimini anlatan ‘Sinekli Bakkal’ romanını hatırladım dün kovaladıkça daha da uylayan cılız sineklerin olduğu sinekli lokantada, öğle yemeğimi yemeye çalışırken.
Romanın kahramanları Rabia ve Peregrini’nin kibarlığına inat, lokantanın çalışanları da ne kadar kaba ve hoyrattı bir bilseniz.
Oysa biz iki binli yılların, Milenyum çağının insanlarının ne kadar da gelişmiş, modern, üstün olacağını ummuştuk, tam bir sükutu hayal.
Garsonlar yüksek sesle konuşuyorlar, tabak ve bardakları pat çat atıyorlardı masaya, önce uyarayım dedim, sonra televizyon haberleri geldi gözümün önüne, aranma kızım, dedim vaz geçtim.
İçerisi de o kadar çalışana rağmen temiz hiç değildi. Kovsan da gitmeyen iki kara sinek beni perişan etti.
Sinekli lokantadan Sinekli Bakkal’a gitti aklım ışık hızıyla.
Batılılaşalım demekle olmuyor bu işler, zihinlerin gelişmesi şart. Oysa masalar, sandalyeler, tabaklar, kaşıklar, çatallar, bıçaklar bardaklar moderndi de, insanlar ve akıllar yenilenmeyince.
Ortamda çalışanların tutum ve davranışları değil günümüz modern dünyasının davranışları, orta çağ insanına bile uymuyordu.
Zaten bu ülkede hiç kimse yaptığı işi severek yapmıyor. İşi bulana dek kırk kişiye yalvarır, işe girer girmez işini beğenmez. Oysa işine aşık olmalı insan.
Yemek öncesi uğradığımız bir giysi alışveriş yerinde de gencecik bir anneye kızmıştım zaten. Elinde bir bebek arabasıyla geldi yanıma oturdu, arabayı önüne çekti, telefonunu açtı ve içine düştü.
Uzun süre kımıldamadan oturup devamlı telefonuna bakan anneye arabanın içindeki çocuk gözlerini dikmiş sabit bir şekilde annesine bakıyor, anne telefona odaklı.
Çocuk da put gibi duruyor, kadın da. Öğretmenlerin çenesi durmaz ‘kızım saatlerce telefona bakacağına şu güzel bebeğine bak kızım, yarın büyür özlersin bulamazsın bile’ deyim dedim, sonra kendime kızdım sana ne Şükran sana ne?
Oysa anne o kara boncuk gözlü çocuğuna baksa konuşsa, çocuk ağular, uğular çocuğun hem ruhu hem konuşması gelişir, neyse bilemiyorum yani, bu kadar kıymet bilmezlik beni üzdü.
Sonrası da tüy dikti zati, takır tukur sesli sinekli lokanta.
Yok yok, mekanın yerini ve adını ifşa edip o kadar kişinin ekmeğiyle oynamam, bir daha yolumu düşürmem olur biter.
Neden artık dışarda mutlu olamıyoruz bilemiyorum, üzülüp sinirlenip dönüyoruz evcezimize.
Ha sinekli lokantanın hoşuma giden bir yönü de oldu, onu da söyleyim.
Giriş üç tarafı bütün camlı ve cam önüne koyulmuş çiçekliklerdeki çiçekler plastik değil çeşit çeşit canlı çiçekti. Bu hoşuma gitti zira hiç hazzetmem plastik çiçekleri.
Sarsak garsonlar tarafından özensizce sulanırken camlara topraklar sıçratılmıştı, camlar temiz değilse de canlar renk katıyordu olumsuzluklara.
Demek ki dedim ‘mekan sahibi yeşili seviyor ki böyle dizayn etmiş tükanı ama garsonlar paranın yeşilini seviyor anlaşılan’ ne zordur bilirim bir işte birilerini çalıştırmak, bir işi başkalarına yaptırmak.
Yenen yemeklerin pahalılığı konusuna hiç girmeyim, dün okuduğum bir yazıda ‘başka ülkelerde o ülkenin parasının bir iki birimiyle içtiğim kahveyi, benim ülkemin en büyük banknotuyla niçin içemiyorum?’ diyordu. Ne acı değil mi? Çevir çevir oku.
Dışarda bana huzur yok, ben en iyisi evde oturayım.
Esen kalın efendim.
Şükran Uçkaç Yargı Sazsızozan
12 Eylül 2025 Ankara























