1980 senesinin bir kış günüydü. Nedense o gün canım da oldukça sıkkındı. Hiç beklemediğimiz bir anda evimizde mutsuzluk ayazları esmişti. Eşimin Anadolu’ya tayini çıkmıştı.
Görevlendirme evrakını imzalamadan önce bir hastaneye yatmalıydı. Aksi halde Gaziantep’e gitmek zorunda kalacaktı.
Tayini basından öğrenmiştik. Hükümetin değişmesiyle devlet dairelerinin üst kadrolarının koltukları; böylesi saçma sapan siyasi görev değişiklikleriyle boşaltılıyordu.
O gün İstinye devlet hastanesinde fizik tedavi uzmanı olarak çalışan doktor arkadaşıma gidip durumu anlatmıştım. Üzüntüme ortak olmuştu. Kısa vadeli de olsa sorununuza deva olmuştu.
” Üzülme. Eşin zaten hastanemizde daha önce tedavi olmuştu. Onu getir hemen. Hastanemize yatışını yapalım. Sonra heyet raporuyla, sizde biraz zaman kazanmış olur, işin siyasi kanadını çözersiniz.”
Acele etmeliydim. Aynı gün, eşimi hastaneye yatırdıktan sonra ev için alışverişe çıkmıştım. Yolumun üstündeki marketten gerekli olanları aldıktan sonra eve dönüyordum ki ayağım bir nesneye takılmıştı. Duraksamama neden olan kapağı sararmış küçük bir kitaptı.
Eğilip kitabı aldım. Biri düşürmüş olmalıydı. Kitabı karıştırırken içinden eski bir zarf düştü. Zarf kapalıydı. Hiç açılmamıştı.
Meraklanmıştım. Öylece yol ortasında durmaktaydım. Yanımdan gelip geçenlerin meraklı bakışları, yol üzerinde ki bir apartmanın merdiven basamaklarına çökmeme neden olmuştu. Alışveriş poşetlerini yanıma bırakıp mektubu ilgiyle elimde evirip çevirdim. Gönderici ve alıcının isimlerini aradı gözlerim. Gönderenin Ferit (…) soyadı ise üç nokta olarak yazılmıştı. Adres yerine posta kutusunun 43 No’lu rakamı ile postanenin “İADE” mührü basılıydı. Alıcının adı yoktu ama PK: 22 olarak yazılmıştı. Yani onun da benzerdi adresi. Mektubu çıkarttığım zarfı tekrar kontrol ettim. Zarf sararmıştı.
Belki zarfı açıp olursam; ‘mektubu yazanın kimliğini tam olarak öğrenebilirim’ düşüncesiyle zarfı itinayla açtım.
Zarfın içinden ikiye katlanmış bir kağıt, bir de arasından 300 TL.kağıt parayı görünce merakım ikiye katlanmıştı. Bakışlarım satırlara yöneldi. Mektup, dolmakalemle yazılmıştı.
Mektubun sağ köşesinde ki tarihe baktığımda bakışlarım adeta donmuştu! Tarih 1939 olarak okudum. Bakışlarım bir mektupta bir kağıt para üzerinde gidip geldi. Elimdeki kağıt paranın üzerinde ki tarih de aynıydı. Mektup, günümüzden tam 41 yıl önce mükemmel, italik el yazısı ile yazılmıştı. Mektubun içeriğine ilgim daha çok artmıştı. Çünkü, elimde tutmakta olduğuğum bu kağıt para; o günün şartlarında yaşayan bir insanın, tam on iki aylık maaşına denk gelen önemli bir rakkamdı. Para da belli ki yıllardır, o zarfın içindeydi. Ama neden?
Mektupta bir ipucu bulma ümidiyle okumaya başladım:
“Sevgili Fikriye” diye başlıyordu mektup…
“ Askere alındığını, cepheye gideceği için onu bir daha belki göremeyeceğini” anlatarak devam ediyordu satırlar…
“…Ama sakın üzülme sevgilim, Allah’ın izniyle vatani görevim biter bitirmez sana geleceğim. Sana bir miktar para gönderiyorum. Bu miktar ben gelene kadar sana yeter. Bekle beni. Seni daima seveceğim” diye bitiyordu satırlar…
İmza..Ferit Karatepe !..
Duygulanmıştım. Derin bir soluk aldım. 41 yıl önceki gizem beni fethetmişti.
Zarfı tekrardan evirip çevirdim. Üzerinde postanenin kırmızı mühürlü “İ A D E” iri harflerini tekrar takıldı bakışlarım. Demek ki, mektup sahibini bulmadan iade edilmişti.
İçimden bir ses “Bul” dedi bana.. “Mektubun sahibini bul..”
Koca metropolde belki de yüzlerce Fikriye adlı kadın vardı. Hangi birini bulacaktım ki.. Ama tepedeki “İade” adresi ipucum olabilirdi.
Hemen en yakın bir ankesörlü telefon kulübesine gittim. Ahizeyi kaldırıp parmaklarım tuşlara dokundu. 118 i aradım. Durumu kısaca telefondaki kıza anlattım…
“Bu posta kutusunun sahibinin soyadı veya telefonları varsa, bana verebilir misiniz?” diye rica etmiştim.
Bayan memur birkaç saniye susmuştu… Konuştuğunda sesi tereddütlüydü. Belli ki, az önce anlattığım aşk hikayesi onu da etkilemişti. Biraz beklememi söyledi. Gidip müdürüne soracaktı. Birkaç dakika sonra aynı memurenin sesi, ahizeden duyuldu.
“Alo, orada mısınız hanımefendi?”
Heyecanla,
” Evet, buradayım. Buldunuz mu adresi?”
” Evet…Buldum. Ama müdürüm, size vermemin yasak olduğunu söyledi… Ama sizin adınıza bu numarayı arar, sorarım. İsterlerse size bağlarım…Tamam mı?”
Umutla atıldım:
” Ne olur arayın! Belki isterler. Sizde bu anlamlı manevi göreve dahil olmuş, sevap kazanmış olursunuz.”
Kızın sesi yumuşaktı:
” Tamam. Arıyorum. Lütfen bekleyin..”
Bekledim.. İki üç dakika sonra kızın sesi geldi.. “Bağlıyorum efendim..”
Karşıdaki hanıma “Fikriye adlı diye birini tanıyor musunuz ? ” diye sordum.
“ Evet, tanıyorum. Bu evi, 30 yıl evvel, onlardan satın aldık. Neden sordunuz? ” dedi.
Onun sorusunu duymazlıktan gelip ısrar ettim:
“Peki yeni adreslerini biliyor musunuz?..”
“Fikriye’nin yaşlı bir annesi vardı. Galiba onu bir huzurevine yatıracaktı. Oraya giderseniz, belki adreslerine ulaşabilirsiniz.“
Kadının bana söylediği huzurevini hemen aradım.. Yaşlı anne yıllar önce ölmüştü… Ama kızı hemşire olarak hala huzurevinde çalışıyormuş. O gün izinliymiş. Ertesi gün nöbeti varmış. Onu görebilirmişim.
Ankesörlü telefon kulübesinden çıktıktan sonra garip bir ruh haliyle oturduğum merdiven basamaklarından kalktım. Kendi derdimi dahi unutmuştum.
Yanımdan ” Vah zavallı! Aklı uçuk galiba!”diye söylenenleri duymuyordum. Onların şaşkın bakışların hedefinde olduğumdan habersizdim.
Sesli düşüncelerimin dışa vurduğunda habersizdim. Kendi kendime konuşarak, evimin yolunu tutmuştum.
Aklım tam 41 sene öncesine yol almış yarım kalmış bir aşk öyküsüne takılı kalmıştı…
“Bunların hepsi aptalca aslında” dedim kendi kendime..
İçinde sadece 300 TL ve 41 yıl önce yazılmış bir mektup bulunan mektubun sahibini aramak için bunca zahmete ne gerek var ki..?
Ertesi gün işyerimde mesaiye başlamıştım. Programın şöyleydi: Öncelikle iş çıkışı hastanede yatmakta olan eşimi ziyaret edecek, pijama, atlet, vs eşyalarını verecektim. Daha sonra da Kadıköy’deki huzurevine gidecektim. Zaman adeta durmuştu. Saatler bir türlü geçmek bilmiyordu.
…
Devam Edecek
Emine Pişiren/ Kocaeli






















