Yalnız yapayalnız geçen günlerime bir telefon haberi ani bir giriş yapıyor! Babam Haydarbeyli Karakolu’ na telefon etmiş ve bir not bırakmış.”Oğlum acele çabuk köye gelsin!..” demiş. Bu telefon haberi düşüncelerimi alt üst ediyor.. Karmaşık düşüncelere dalıyorum. Beni neden bu kadar acele çağırıyor babam diyorum.
Düşündüklerini çözemeyen bir çaresizlik girdabın içine düşüyorum. Acele ediyorum ama, Yozgat’a gidemiyorum çünkü günlerdir devam eden şiddetli yağmur gidişimizi engelliyor, köye otobüsler gelmiyor. Günlerdir devam eden yağmur umutsuzluğumu iyice artırıyor. Haydarbeyli Yozgat’a uzak mesafede; bu yolu yaya olarak yürüme imkânım yok. Hüzünlü duygular içerisinde kendimle savaşıyorum. Neden, niçin ben buradayım. Neden kalkıp gidemiyorum?. Babam neden çabuk gelsin oğlum demiş?.
Bütün bu duygular hırpalıyor, yıpratıyor zihnimi…
Akşam ezanıyla birlikte kapım hızlı hızlı çalınıyor. Çevre köyde çalışan öğretmen arkadaşlarım misafirliğe gelmişler. Osman Hoca en sevdiğim dostlarımdan biri… Yakın bir köyde öğretmenlik yapıyor. Zaman zaman beni ziyarete gelip, bu fakirhaneyi şenlendiriyorlar.
Kaldığım mekân eski bir köy odası, bir oda bir de küçük salon. Salon dedimse, geniş bir mekan değil küçücük giriş holi.. Bu kısmı mutfak olarak kullanıyorum. Bahri amca öğretmendir diye bize hatır için verdi burasını; dam yapılı ahşap çatılı toprak bir mekan. Misafir odam da yatak odam da salonum da burası.
Misafirleri de burada karşılayıp konuk ediyorum. Eskilerin en lüks hanesiymiş buralar. Kim bilir kaç kişiye misafirlik eti, kaç kişiye ev sahipliği yaptı. Üzeri dam çatılı bu köy odasını toprak dökülmesin diye duvar kağıdıyla kaplayıp odayı kağıttan eve çevirmiştim…Gelen konuklar odanın bu haline bakıp gülüyorlar sonra da “Güzel olmuş” diye beni teselli ediyorlardı. Çünkü sık sık toprak dökülüyor, bekar bir insan olarak temizleyemiyordum. Zaman zaman da korkulu rüyalar görüyor yatağımdan aniden hoplayıp kalkıyordum.Elektrik olmadığı İçin de gaz lambası kullanıyordum.
Bir valiz dolusu kitabım vardı. Bunlar benim yakın dostlarım, en yakın arkadaşlarımdı. Gerçek dostlarım onlardı. Onlarla yalnızlığımı paylaşıyorumdum. Okumak benim en büyük sevdamdı; bir de yazmak. Bunlar da benim dostlarımdı. Bazen yalnız kaldıkça anılarımı yazıp saklardım. Kimselere de okutmazdım onları. Kitaplar ve anılarım yalnızlığımın en acı en gerçekçi dostlarıydı. ..
Kitap, kağıt ve kalem benim en iyi, en yakın dostlarım!.. Bir de sevdiğim değer verdiğim çocuklarım örgencilerim vardı… Onlar için buradayım onlar için sıkıntılara katlanıyorum…Bir defasında Karakol Komutanı bu fakirhaneye uğramıştı: “Hoca, karakola gelmiyorsun, kahvelere de çıkmıyorsun nasıl geçiyor zamanın?” demişti. “Komutanım benim onlarca arkadaşım var” dedim. Komutan güldü, valizi açıp kitaplarımı gösterdim. İşte bunlar benim arkadaşlarım yalnızlığımı bunlarla paylaşıyorum “ dedim. Komutan da güldü ben de güldüm…
Gelen telefondan sonra Kendimle savaşıyordum. Her gece tükenmeyen günlere bedel oluyordu düşüncelerim. Güneş bir türlü yüzünü göstermiyordu. Günlerime acı ve hüzün katan bu telefon haberi yok muydu! “Keşke hiç telefon etmeseydi babam” diyorum. Düğüm oluyor boğazımda hem de kördüğüm.
Sabahleyin bir otobüs kornasıyla kalkıyoruz. Bu bizim için müjdeli bir haber sayılıyor. Yozgat’ a gitme ihtimalimiz doğuyor. Çamur ve yağmurdan kaç gündür Haydarbeyli’ ye otobüs gelmiyor.
Bugün kafamdaki düğümü bu otobüs çözecek diyorum ve öğretmen arkadaşlarımı uyandırıyorum.
“Ömür biter yol bitmez” derler ya bu defa da yolun bitmeyeceğini düşünüyorum. Otobüse nasıl bindiğimi kiminle yan yana oturduğumu unutup hayallere dalmışım. Yağmur ince ince yağmaya devam ediyor. Ben ağlıyorum, gök ağlıyor. Nedenini bilmediğim bir habere matem tutuyorum. Yanıma Osman hoca oturmuş beni teselli etmeye çalışıyor, ben farkında bile değilim. Nerede olduğumu unutmuşum?
Sıkıntılarım katlanamayacağım bir acıya dönüşüyor, yüreğim yanıyor.
Bir ara üzüldüğümü gören bir jandarma eri yanıma yaklaşıp:” Ben hocamıza gelen haberi biliyorum, ama üzülür diye söyleyemem!” diyor. Beynime saplanan bıçak gibi nutkum duruyor! Beni üzüntüye sokacak haber bir karalı haber olmalı diyorum. Sonrasını hiç hatırlamıyorum…
Hüzünlü, maceralı ve gizemli bir yolculuktan sonra Yozgat’a ulaşıyoruz, öğretmen arkadaşımı da unutup, Kırım Köyünün minibüslerine koşuyorum. Köylüleri bulup telefonla gelen acı haberin durumunu soracağım?..Bir film şeridi gibi eski çocukluk anılarım gözümün önünde canlanıyor..
Çocukluğumu geçirdiğim o garip viran hanede babamı ocak başında ağlarken buluyorum. “ O yok artık onu kaybettik ! “ diyor. Geç kaldığım İçin cenazeyi bekletmeyip defnetmişler. Ne oldu diyorum, mezarlığı gösteriyorlar. Evimizin alt kısmındaki mezarlığa koşarak varıyorum. Taze toprakla kapatılmış bir mezarın baş ucuna isimsiz bir taş dikmişler. Burası olmalı diyorum…
“İşte burada yatıyor annen! “ diyorlar. Yumuşacık anne kucağı gibi.. Bir ömür boyu birlikte yaşadığım can dostum analar anası Anadolu’nun has kadınını kaybetmişiz, ağlamasam olur mu?. Mezarının üzerine kapanıp doyasıya kucaklıyorum… Her anneler günü geldiğinde ben onu anar, bu anıyı göz yaşlarımla yeniden yaşarım!..
(Anılarımdan….)




















