Çocuklar okulda, kırmızı parlak kâğıttan geniş gözlükler yapıp “Muhtarın gözlüğü” diye eğleniyorlardı. Oyunlarında ebeye kesilen ceza, en son kırmızı gözlüklü o da muhtarda kalıyordu.
Muhtarın gözlüğü, iyi okuyan ve başarılı bir öğrenciye, hediye olarak veriliyordu. Sahnede muhtarın gözlüğünü taşıyan rolünde bir oyuncu da mutlaka bulunuyordu.
Muhtar çoktan toprak olmuştu ama gözlüğünün marifeti gülmekten insanları kırıyordu.
Muhtarın gözleri küçülmüş, yerine mat iki çakıl taşı gelmiş gibiydi. Gören, gözlerine ne oldu? Sormadan edemiyordu.
Muhtar kısa boylu tıknaz ve kırçıl saçlıydı. Yüzü güneş yanığı, koyu kırmızıydı. Elleri devenin derisi gibi olmuştu. Dudaklarını açar fakat sesi gelmezdi. Erkenden kapının önünde oturur, “Şafağın sökmesini bekliyorum,” derdi. Halbuki kuşluk geçmek üzereydi. Zamanında gözlerindeki hastalığı kabul etmemiş, çaresine bakmamıştı.
Selam verip niçin oturuyorsun diyenlere “Şafağın sökmesini bekliyorum,” diyordu. Gözlerim açılmıyor, şafağım sökmüyor diye dert yanıyordu. Her gün karanlığa uyanmaktan sıkıldım, diyordu.
Arkadaşı ilaç almış ve hastalığı gitmişti. “Hastalığım gitti, bu defa da yazıları okuyamıyorum,” diyordu. Vilayete gidene gözlük ısmarlıyordu. “Osman ağamın gözlüğüyle iyi göremedim. Salih’in İsmail’in gözlüğünü beğenmedim,” diyordu.
Öğretmen muhtara, derdini vilayette çözmelisin. İstersen gittiğimde sana gözlük alayım. Öğretmen muhtara, gözlüğünü aldım, diye haber gönderdi. Muhtara haber ilaç etkisi yaptı ve hemen kasabaya indi.
Öğretmen biliyordu ki ısmarlanan hiçbir gözlüğü beğenmemişti. Muhtar ısmarlamadan da aradığını bulamamıştı. Kendine göre göremiyorum, diyordu.
Muhtar ıslık çalarak evinden çıktı. Bahçe kapısından atladı. Kasabada köhne kahvede beklemeye başladı. Öğretmeni görünce kayığın dalgalarda sarsılması gibi hareket etti. “Öğretmene sana güveniyorum, okuyacağım,” diye bağırdı.
Öğretmen muhtarı yol boyuna çıkarttı ve gözlüğün özelliklerini anlattı. Hangi yazı olursa olsun okuyacaksın. Fakat okuduktan sonra gözünden çıkaracaksın. Kimseye vermeyeceksin. Camını temiz bez ile sileceksin. Muhtarın sevinçten ağzı kulaklarına varıyordu. Bulutların karardığının farkında bile olmadı. Damlalardan sonra öğretmene “Köye geç kaldım,” deyince, öğretmen “Misafir ederim” dedi.
Muhtarın gözlerine gözlükler büyük geldi ama özelliği böyleydi. Eline çok ince yazılı bir kâğıt verdi. Muhtar şahane okudu. İlaç kutusunun üzerini ince yazıları da okudu. Çünkü gözlük, büyüteçlerden yapılmıştı. Gözlüğün çerçevesi ve sapları kırmızı renkli kâğıttan kaplamış demir telindendi. Kırmızı rengin görmeye faydası var diye öğretildiği için, muhtar kırmızıyı baştan kabullenmişti. Kâğıdın kaplanmasıyla gözlüğün çerçevesi ve sapları geniş görünüyordu.
Muhtar, kahvede oturur ve ilaç kutularının üstünü okutmayı görev bellemişti. İsteyen herkesin ilaçlarını büyük bir gururla okuyordu. Muhtar gözlüğün bu kadar ağır olmayacağını anlıyordu. Fakat her yazıyı okuduğu için, gözlüğünün camlarının bir hikmeti var, diyordu.
Gözlük kırmızı çerçevesi, sapları ve kalın camlarıyla “Gülmek” denilen eylemin odağında yer alıyordu.
“Peşinden çok koştum, acı çektim. Bugün tüm yazıları okuyorum. Bu kadar güzel okuyacağımı tahmin edemezdim,” diyordu. Muhtar, öğretmenin büyüteçlerinin ağırlığını çekse de mutluydu.
Muhtarın gözlüğü gülme konusu olarak yayıldı. Okullarda çok okuyana “Muhtar” diyorlardı. Kırmızı renkleriyle de karşıdan tanınıyordu. Yabancıya kırmızı gözlük denildi mi yetiyordu. Kahvede kırmızı gözlük okuyor, diyorlardı.
Muhtar kahveden çıkar, aceleden eve gidip okumaya can atardı.
Hasan TANRIVERDİ