Çağdaş Eğitim Olmalı Yalnızca
1958 Temmuz’unda Antalya/Aksu İlköğretmen Okulu’nda öğrenci olmamızın şansıyla Antalya’nın ünlü Konyaaltı Plajı’nda yaptığımız 10 günlük kamp sonucu senli benli olmuştuk deniz ile. Bu güzel birliktelik, 1940’ta Aksu Köy Enstitüsü olarak kurulmuş bir okulun öğrencisi olduğumuz kadar, bu okulun o günkü değerli müdürü Enis Türköz ile Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü mezunu sevgili Musa Okay öğretmenimizin de bir armağanıydı bize.
Bu tür anımsal öykülerimi okuyan pek çok dost, “Anlattığın 60-65 yıl öncesinin anılarında geçen bu kadar çok ismi nasıl anımsıyorsun? Günlük mü tutmuştun yoksa?” diye soruyor. Ben o isimleri hiç unutmadım ki! Sözgelişi her öğretmenimle bu dünyadan göç ettikleri güne değin haberleştim. Fırsat buldukça birçoğunu ziyaret edip ellerini öptüm.
Siz benim yerimde olsanız, nasıl unuturdunuz Enis Türköz’ü, Musa Okay’ı? Yalnızca onları mı? Ahmet Tuncer, Şenay Can, Rıfkı Can, Perihan Atalay Hasan Atalay, Zeliha Karakapıcı, Mehmet Karakapıcı, Naciye Aybastı, Osman Aybastı, Mustafa Şanlı, İsmail Gürkaynak’ı da unutmadım; İzzet Karakurum, Vedat Ak, Mehmet Hamzaoğlu, Necdet Hızır, Abdullah Ünler, Selâhi Ertuğrul ile genç ve güzel müzik öğretmenimiz Nihal Şengül’ü de…
Üç yıl, beş yıl derslerime giren öğretmenlerimi unutmamam normal de sadece bir yıl dersimize giren kimya öğretmenimiz Selâhi Ertuğrul’u niçin unutmam; biliyor musunuz?
İki nedeni var bunun. Birincisi, hep laboratuvarda yaptığımız kimya dersinde suyun 2 hidrojen ve bir oksijen molekülünün birleşmesinden meydana geldiğini, yani suyun H2O olduğunu deney yapıp kanıtlayarak öğretti bize. İkinci nedeni de o, okulumuzun ve sınıfımızın tek kız öğrencisi güzel arkadaşımız Şeyma’nın babasıydı.
Hele hele ilk öğretmenim İhsan Özel’i, ikinci öğretmenim Ali Uyar’ı unutur muyum hiç! Temelime ilk taşı onlar koydular çünkü. Ali Uyar öğretmenim Turgutlu’da yaşıyor şimdi. Telefonla ulaşıp saygılarımı sunarım hep. İlkokul öğretmenlerimin ikisi de bizim köyden, ikisi de Aksu Köy Enstitüsü mezunu…
Ne iyi etmiş de MEB Hasan-Âli Yücel ile İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç el ele vererek 2. Dünya Savaşının o güç koşulları içinde 21 Köy Enstitüsü ile Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü’nü açmışlar! Ne güzel düşünmüşler de hızla öğretmen yetiştirip köylere göndermişler! Ve ne iyi etmiş de Cumhurbaşkanı İnönü, var gücüyle desteklemiş onları! O insanlar olmasa, Köy Enstitüleri kurulmasa, ne olurdu benim gibi yüz binlerce köy çocuğunun hâli?
İnönü, 1946’da çok partili döneme geçildikten sonra da bu kurumları desteklemeye devam edebilseydi keşke! Onun bu tarihten sonra dört yıllık dönemdeki o olumsuz tutumunu bir türlü kabul edip onaylamadı beynim.
* * *
On günlük deniz kampı bitmiş, okulumuza dönmüştük. Köye gitme zamanı gelmişti artık.
Akseki otobüsünden bilet almak için Antalya’ya gittim. Otogara uğrayıp biletimi aldıktan sonra kumaş tüccarı olan dayılarım Kemal Koca ve Kerim Koca’yı ziyaret ettim dükkânlarında. Yengelerimi ve çocukları çoktan göndermişler; köyleri Menerge’ye.
Antalya Müftüsü Mustafa Gökmen de hem köylümüz ve komşumuz, hem akrabam olurdu; baba tarafımdan. Onu da ziyaret ettim makamında. Uzun, beyaz sakalıyla yakışıyordu oturduğu koltuğa. O da eşi Cemile Teyze’yi ve çocukları, haziran sonunda göndermiş; köyümüz Gödene’ye.
Dört kızı, üç oğlu vardı; Müftü Dayımızın. İki büyük kızı Behice ve Zehra Abla ile kalıyormuş; Antalya Kalesi’nin üstünden Antalya Körfezi’ni kuşbakışı gören evlerinde. İkram ettiği çayı içerken okulumu, sınıfımı sordu. Son sınıfa geçtiğimi öğrenince, “Bir yıl sonra öğretmen olacaksın, ne güzel!” diyerek memnuniyetini belirtti. Küçük kızı yaşıtım Sabahat da Antalya Lisesi son sınıfa geçmiş.
Çayımı içip bitirdikten sonra teşekkür edip, “İzninizle ben gideyim artık” diyerek ayağa kalktım. O da kalktı koltuğundan. Tepeden tırnağa şöyle bir süzdükten sonra beni:
“Görüşmeyeli boyun çok uzamış, yakışıklı bir genç olmuşsun maşallah! Kısa kollu gömlek de çok yakışmış sana.” deyince sevindim elbette. Hangi gencin hoşuna gitmez, değer verdiği bir büyüğünden duyduğu böyle güzel sözler! Elini öpüp, “Ben yarın gidiyorum köye. Bir emriniz var mı?” diye sordum.
“Köye varınca annene söyle, gömleğinin şu cebine karacaotlam tohumu koysun mutlaka” deyince şaşırdım da, “Niçin Müftü Dayı?” diye sordum.
“Allah iyiliğini versin! Nazar değmez, nazar değmez” deyip gülümsedi.
“İnsanlar aya gidecek neredeyse. Siz hâlâ nazara mı inanıyorsunuz?” deyivermişim, hiç düşünmeden. O, “Gidemezler, gidemezler. Allah onları mahveder!” diyerek yumuşacık elleriyle omzuma birkaç kez sevgiyle dokunduktan sonra, “Haydi, güle güle… Annene, babana selam ve sevgilerimi söyle” deyip makam odasının kapısına dek gelerek güler yüzle uğurladı beni. Düşünüyorum da şimdi, tanıdığım birçok din adamının aksine, gerçekten de çok kibar bir insandı o.
Müftü Dayı’nın bir kardeşi vardı İstanbul’da. Kendisini hiç görmemiştim ama Meşhurlar Ansiklopesi’nde okumuştum yaşamöyküsünü. Çünkü o, ülkemizde ilk kez Kandilli Rasathanesi’ni kuran bir bilim insanıydı. İki kardeşten biri, medresede okuyunca dine, öteki fen fakültesinde okuyunca bilime inanıyordu. Bundan doğal ne olabilir?
Ünlü düşünürümüz Ziya Gökalp, bundan 100 yıl önce yayımladığı Türkçülüğün Esasları kitabında eğitim birliğini savunmakta ne kadar haklıymış meğer. Ve onun bu özlemini “Eğitimi Birleştirme Yasası”yla (Tevhid-i Tedrisat Kanunu) gerçekleştirip medreseleri kapatarak çağdaş okullar açan Atatürk ve onun devrimci millî eğitim bakanı Mustafa Necati’yi nasıl sevgi ve saygıyla anmazsınız siz?
Hüseyin Erkan























